28 Nisan 2025 Pazartesi

Milana’ya Mektuplar

Kafka’nın sevgilisi Milena’ya yazdığı mektuplar artık dünya klasikleri arasında. Ama biz Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektupları bilmiyoruz. Gerçekten O da Kafka’yı bu kadar derin sevdi mi acaba?

Milena Kafka ile çok derin bir aşk yaşadı ancak aşkları hep gönüllerinde kaldı. Milena bu aşkı yaşarken evliydi yaşadıkları bu yüzden de imkansız bir aşktı. Milena Kafka’nın kitaplarının çevirmeniydi ve bu iş ilişkisi bir süre sonra aşka dönüşmüştü. Sadece üç kez yüz yüze görüşüp kahve içmekten ibaret kaldı aşkları. Bu aşk hep mektuplarda yaşadı ve bugüne kadar geldi. 

Bu mektuplarda beni en çok etkileyen şu basit cümle olmuştur.

"ne olur bana bir kez daha bir kez olsun 'sen' de"

Evet Kafka için Milena ile aralarındaki çevirmen-yazar ilişkisinden sevgili boyutuna geçmek ancak SİZ lerin SEN olması ile mümkündü. Çünkü Milena’nın ona her SEN demesi “sen benim için özelsin ve kalbimdesin, bana çok yakınsın” demekti. Milena’dan duyduğu her SEN kelimesi Kafka için aşkının karşılık bulmasıydı. Milena’nın bedenine sahip olamasa da ruhuna sahip olduğunun kanıtıydı bu SEN kelimesi. 

Artık ne kağıda yazılan mektuplar var, ne de onları getiren postacılar. Elektronik mesajlar ve saniyelik cevaplarla yaşamımız ondokuzuncu yüzyılın fersah fersah ötesinde. Ama mektuplar ölse de başka Milena’lar her zaman yaşamaya devam ediyor dünyanın bir yerlerinde ve de hep yaşamaya devam edecekler dünya döndükçe. 


24 Nisan 2025 Perşembe

Dolmakalemler ve Defterler

Dolmakalem ve defter birbirine aşık erkek ve kadın gibidir. Dolmakalemler mürekkebi kağıda düzenli olarak akıtarak yazan yazı gereçleridir. Dolmakalem çok iyi olsa da mürekkebin akacağı kâğıt kötü ise iyi bir yazı performansı beklenemez. İyi bir kâğıt ne çok dağıtmalı ne de çok emmelidir. En önemlisi arka sayfaya iz bırakmamalı ya da kanama yapmamalıdır. Yani kalem ve defter birbirini sevmelidir. Kalemsiz defterler ve deftersiz kalemler hep ama hep eksik kalacaklardır. Onların aşkı ve uyumlu birlikteliği güzel yazıları ve düşünce ürünlerini doğuracaktır. 

20 Nisan 2025 Pazar

Fiyat Performans Canavarı Scriks Primeo Dolmakalem


 Dolmakalem severler ve de biriktirenler için çok ünlü ve pahalı markaların kült modellerini bulundurmak bir kişisel doyum ve prestij meselesidir. Mesela her dolmakalem sever bir tane Mont Blanc 149’a sahip olmak ister. Bu ve benzeri bir kalem için en az 1000 doları gözden çıkarmak gerekir. Ama bir tesadüf sonucu kırtasiyeciden 125 liraya aldığım ve İnternetten 95 liraya kadar alabileceğiniz bir Scriks Primeo beni şaşkınlığa uğrattı. Çünkü kötü yazan ve takılan bir M uç bekliyordum ama abartısız Mont Blanc lardan daha seri ve daha akıcı yazan bir uçla karşılaştım. Kalemin yazı kalınlığı da aslında diğer Scrikslerde olduğu gibi M ile B arası mükemmel bir kalınlık. Tabi ki kalem neredeyse bir tükenmez kalem kadar ucuz olduğu için çok hafif bir plastik malzemeden yapılmış ve de ağır olmaması yazarken elinize daha çok yük düşürüyor. Fakat bu çok es geçilecek bir nokta. 

Bu kalemi dener denemez ailede benden sonraki genç dolmakalem sever olan yeğenim Çağatay’a hemen durumu bildirdim. Çağatay artık kalem ve uç konusunda bayağı bir tecrübe kazandı ve hemen kalemi sipariş etti. Hem de 6 tane almış bütün renklerinden. Çağatay’ın kalem hakkındaki yorumları da çok olumlu olunca ben de bir kaç tane daha aldım ve hemen hepsinin uçları çok iyiydi. Bu yerli ve milli dolmakalem markamızı Primeo için tebrik ediyorum. Harçlığı sınırlı gençlerin ve öğrencilerin dolmakalem dünyasına girişi bu kalemle çok kolay artık.

19 Nisan 2025 Cumartesi

Oluş Değil Akış

 Antik Yunan filozoflarından Herakletos “her şey akar” ve “aynı nehirde iki sefer yıkanılamaz” demiş. Modern süreç felsefesi ve de kadim Budist öğretiler de aynını söyler. Varlık, nesne, cisim, kişi diye sabit bir şey yoktur. Her şey her an oluş ve bozuluş içinde ve biz akan bir nehrin içindeyiz. Nehir uzaktan sabit gibi görünse de içindeki su hiç de sabit değildir. İşte bizler de su damlaları gibiyiz ve hayat da bir nehir gibi akıp gidiyor. Belki de bu derin felsefenin pratik bir uygulaması hayatı akışına bırakmak olacaktır. Şimdi ve buradadan başka bir hakikat olmadığını bilmek, ana odaklanmak ve değişime direnmemek gerçeğe daha yakınlaşmayı sağlayabilir. 

13 Haziran 2022 Pazartesi

 MARİYA DESPİNA’YA

Önce o kocaman gözlerin düştü aklıma

Mariya Despina,

Sonra da sevinç veren sözlerin

Vakıf oldun sırlarına

Günahkarların

Kutsal Hikmet’in kızı Mariya

Aklıma geliyorsun

Baktıkça yukarıya



9 Mart 2022 Çarşamba

 ÖYKÜLERİM

 

 

 

 

ANBER’İN ÖDÜL TÖRENİ

Mahmut Arslan

Salon hınca hınç doluydu. Ülkenin önde gelen edebiyat insanları, gazetelerin sanat ve edebiyat sayfalarının yazarları, kamu ve özel sektörden bir dolu önemli insan ve davetli edebiyatseverler oradaydı. Merakla bekliyorlardı son günlerin en çok konuşulan yazarı Anber’i. Birazdan Avrupa Kadın Edebiyatçılar Birliği Başkanı Ursula Ashword’un elinden yılın edebiyatçısı ödülünü alacak ve bir teşekkür konuşması yapacaktı.

Kitapları birçok dile çevrilmiş ve her biri birkaç baskı yapmış olan bu genç kadının en önemli özelliği tamamen sıradan bir ev kadını ve anne olmasıydı. Üniversite okumamış liseyi de dışarıdan bitirmişti. Gündelik işlere girip çıkmak dışında bir iş tecrübesi de yoktu ama insanları çok iyi anlayıp anlatıyordu. İstanbul’un anlı şanlı yabancı liselerinden mezun olup üzerine de ülkenin en iyi iletişim ya da edebiyat fakültesini bitirenlerden daha güzel işler çıkarıyordu.

Bütün kitaplarında sadece Anber adını kullanıyordu. Gerçek adını yayıncısı dışında kimse bilmiyordu. Anber gerçek adı mıydı yoksa takma bir isim miydi onu da kimsenin bildiği yoktu. Anber, ödülünü Bayan Ursula Ashword’un elinden aldıktan sonra sempatik ve zekice parlayan gözleriyle kameralara ve salondakilere gülümseyip konuşma yapacağı kürsüye yürüdü emin adımlarla.

“Merhaba, ben Anber.

Herkes beni böyle tanıyor ben de böyle bilinmek istiyorum.

Öncelikle beni bu ödüle layık gördükleri için Avrupa Kadın Edebiyatçılar Birliğine ve Başkan Sayın Ursula Ashword’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Bana hep neden yazıyorsun ve nasıl yazıyorsun diye soruyorlar.

Yazıyorum çünkü anlatmayı seviyorum, hem kendimi hem de başkalarını.

Ben küçükken anneannem bana masallar anlatırdı. Ben de dinlediklerimi köydeki başka çocuklara anlatırdım. Sonra anneannem öldü ama ben ondan dudyduğum masalların üstüne başka şeyler de katıp uydurarak çocuklara masal anlatmaya devam ettim. Kimi ne konuşkan kimi de ne geveze kız derdi bana.

Önceleri sadecce beni üzen olayları yazmakla başladı her şey. Kendimi bildim bileli üzgündüm ben ve beni üzen gemilerde aşçılık yapan babamın aylarca bazen bir yıla yakın denizlerde gezip bizden uzak olmasıydı. Üzüntü günlüklerim böyle oluştu.

Üç kızından babasına en düşkün olan bendim. Kızlarıyla gurur duyardı babam. Senede bir kaç ay görüştüğümüz zamanlar en mutlu günlerimiz olurdu. Bizimle çarşıya çıkar bizi zaten tanıyan esnafa ve çevreye “bunlar benim kızlarım” diye gururla tanıştırırdı beni, ablamı ve küçük kızkardeşimi. Babam bizimleyken birşey yazmazdım, yazamazdım. Bana sarılır ve bir gün bu hasret beni delirtecek derdi.

Bir kaç yıl sonra hasret gerçekten bitmiş ve babam denizcilikten emekli olmuş ve bir daha gitmemek üzere evine dönmüştü. Kasabada bir lokantaya ortak olmuş iyi de para kazanıyordu. Fakat eve dönmüş olmasına rağmen neşeli değildi. Hiç konuşmuyor hep susuyordu. Annem ise babanızın üzerine varmayın yılların yorgunluğu var diyordu. Ben hiç bir şey yazmıyordum.

Bir gece babam eve yağmur yağmadığı halde sırılsıklam dönmüştü. Denize düştüm demiş anneme. Titriyordu annem kurulayp yatağa yatırdı. Meğer denize atlayarak intihar etmek istemiş ama yakındaki balıkçı tekneleri kurtarmış. Saflığından yararlanan arkadaşları birikmiş parasını ve bizim istikbalimiz için almış olduğu arsaları şirket kuracağız vaadiyle bir imza ile elinden almışlardı ve babam tam ailesine kavuşmuşken canına kıymak istemişti.

O günden sonra hiç iyi olmadı. Ben “üzüntü günlüklerime bir daha başlamayacağım işte” diye direniyor ve hâlâ bir şey yazmıyordum. Annem babamı Bakırköy’deki akıl hastanesine yatırmak zorunda kalmıştı. Ağır şizofreni teşhisi konmuştu. Hastane görüşüne giderken manavdan yaptığım alışveriş sırasında “sen kimin kızısın” diye soran manava “aşçı Kemal’in kızıyım” dediğimde adam sırıtarak “haa şu deli Kemal’in kızısın sen” demişti. Ağlayarak eve gitmiş ve üzüntü günlüğümü açıp sayfalarca yazmış altına Aşçı Kemal’in Kızı Anber diye imza atmıştım. Üzüntü günlüklerim babamın yediği elekro şokların sonrasında hastanede beni tanımadan yüzüme bakmasıyla daha bir artmaya başlamıştı. Sonra evlendim, kızım oldu, babam hastaneden çıktı ama kısa süre sonra gemilerde perişan olan ciğerleri iflas etti, akçiğer yetmezliğinden boğularak öldü. Bundan sonra üzülmek istemiyorum diye üzüntü günlüklerime ve yazmaya son verip kendimi kızıma verdim.

Sonra o yazar karşıma çıktı ve sadece üzüntülerimi değil sevinç ve ümitlerimi, etrafımdaki insanların hikayelerini de çok güzel yazabileceğimi gösterdi bana. Babamın bir yerlerden beni hep gördüğünü düşünüyordum ve o yukarılardan bana bakıp güzel günlerimizdeki gibi gurur duymaya devam etmeliydi. İşte bu şekilde insanlara ümit veren hikayelerim ve romanlarım doğdu. Bir müddet sonra fark ettim ki yazmadan yapamıyorum. Büyük hikayeci Sait Faik’in “yazmasaydım çıldıracaktım” sözlerini okuduğumda aynı ben dedim. Belki babam da yazsaydı çıldırmazdı diye düşündüm. İşte bu benim hikayem, Aşçı Kemal’in kızının hikayesi. Avrupa’nın en iyi kadın yazarı seçildiğim bugün bu kürsüden şunu ifade etmek istiyorum,

Aşçı Kemal Usta, kızın da seninle gurur duyuyor.”

 

 ÖYKÜLERİM

 

 

 

 

SARI VOSVOS

Mahmut Arslan

Nazım Hikmet sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? Diye sormuştu ya, eğer bunu bana sormuş olsaydı hemen yapabilirdim. Oturup Nebahat Ablamın ve sarı renkli vosvos arabasının resmini çiziktirmeye başlardım. Nebahat Abla ve onun ayrılmaz parçası olan sarı vosvos arabası çocukluğumda mutluluk ve neşe kelimelerini duyunca aklıma ilk gelen şeylerdi.

Sekiz dokuz yaşlarındayım, 1970’lerin ortalarında bir yerdeydiz. Ege’nin küçük bir kasabasında yaşıyoruz. Babam matbaa işçisi Halim Bey, gerçekten de tıpkı ismi gibi halim selim bir adamdı ama kızınca da aniden parlardı. Annem Münevver Hanım babamın bu huyunu bildiğinden olsa gerek, o kızıp bağırdığında hiç üzerine gitmez, sinirinin yatışmasını beklerdi. Öyle kavgalı gürültülü ailelerden olmadık hiç. Belki de annemle babamın ailelerinin karşı çıkmasına rağmen severek evlenmelerinden ötürüydü. Dedem annemi babama vermeye pek razı değilmiş. Kızının bir memurla evlenmesini arzularmış. Açıkça dile getirmese de hava subayı çıkan bir akrabasına vermeyi istermiş. Fukara bir matbaa işçisine gönül verdiği için de kızına gönül koymuş fakat önüne de dikilmemiş. Babam ailesi ile görücüye gelmeden bir gün önce annemi karşısına almış ve “kızım bak bu çocuk terbiyeli, efendi, kötü alışkanlıkları da yok, ama eninde sonunda bir matbaa işçisi ve arasıra bulursa tamirat işleri de yapıyor. Eğer senin gönlün varsa ben hayır demem lakin hayat boyu fakirlik ve sıkıntı içinde yaşayacağını da sakın unutma ve ileride sakın halinden şikayetçi olma. Sana maddi olarak yapabileceklerimin bir sınırı olduğunu biliyorsun” deyip konuyu kapatmış. O zamanın terbiyesi ile bir kızın babasının yanında konuşması mümkün mü? “Siz nasıl takdir ederseniz babacığım deyip konuyu kapatmış.”

Dedemin dedikleri gerçekleşti ve biz hep kıt kanaat geçindik ama hiçbir zaman da elaleme muhtaç olmadık. Babamın kimseden borç istediğini de hatırlamıyorum. Yaşı ilerlediğinde işinde de ustalaştığı için artık kendisine matbaa teknisyeni diyor ve kimsenin tamir edemediği makineleri o tamir ediyordu. Bir ara büyük bir basımevinden de teklif gelmiş. Oradaki sendikacı bir arkadaşı gel bizimle çalış İstanbul’a taşın demiş ama Allahtan babam kabul etmemiş yoksa o da kesin sendika temsilcisi olur ve 12 Eylül’de tutuklanan bütün sendika temsilcileri gibi hapisler ve işkencelerde çürürdü.

Babam kendisine teknisyen derken başkaları ona montör Halim diyordu. Montör bir matbaa makinesini söküp yeniden monte edebilen teknisyen demekti ve babam da bu unvan hoşuna gtmiş olacak ki bir süre sonra kartvizitine “Halim Türksoy, Matbaa Teknisyeni ve Montör” yazdırmıştı. Fakat dedem için o ölene kadar matbaa işçisi Halim olmaya mahkumdu. Ortaokulu ancak bitirmiş olmasına rağmen matbaa ve basın yayın işlerinde olduğundan kitaplara ve okumaya meraklı kendini yetiştirmiş aydın bir adamdı babam. Bu yüzden bizlerin eğitimine de önem verdi. Ben de onu mahcup etmedim. Aile bütçesine yük olmadan iyi bir fen lisesinde parasız yatılı olarak okudum. Bana bu imkanları tanıyan Cumhuriyet’e her zaman minnetkar kaldım. Liseden sonra yine devletin en iyi üniversitelerinden birini bitirip makine mühendisi oldum. Bir firmam oldu ve iş sahibi oldum. Elbette babam bir matbaa teknisyeni olarak oğlunun makine mühendisi olmasından gurur duyuyordu.

1970’lerin ortalarında henüz ilkokula gidiyordum ve de makine mühendisi olup önemli bir imalat sanayi firmasında hisse sahibi ve yönetici olmama henüz çok uzun zaman vardı.

Hayat bir kasabada her zaman çok yavaş akar ve kasabalılar büyük şehirlerde yaşayanlar gibi aceleci insanlar değilllerdir. Azıcık bir değişiklik bile günlük yaşama bir hareket katar. Benim o yaşlarda gördüğüm beni en çok heyecanlandıran olay yanımızdaki tek katlı bahçeli evde tek başına yaşayan Ayla Teyze’nin ayda bir kez gelip birkaç gün kalan kızı Nebahat Abla’ydı.

Ayla Teyze kocasının vefatından sonra evinde tek başına yaşamaya başlamış ama ben kocasını hiç hatırlamıyorum. Kasabanın hali vakti yerinde önemli tüccarlarından biriymiş. Sol ayağı aksadığından Ayla Teyze hep bastonla dışarı çıkardı. Emekli öğretmen olduğunu biliyorduk. Haftada bir bizim ev sahibi Hacı Teyze’nin gelini Emine Abla Ayla Teyze’nin evini temizler ve de mutfak alışverşini yapardı. Ekmek ve süt almaya ise gün aşırı kendisi çıkardı. Soğuk ve yağışlı günlerde ise sokakta gördüğü çocuklardan birini çağırıp ekmek aldırırdı. Benim çocukluğumda hiç tanımadığımız teyzeler bile karşıdaki bakkaldan ekmek veya yoğurt gibi ihtiyaç maddelerini almamızı rica ederlerdi. Bunu toplumsal bir görev coşkusuyla yerine getirirdik. İyi bir aile çocuğu mahalleli bir teyzeye bakkaldan bir şey aldığı zaman asla karşılığını beklemezdi. Bazen teyzeler paranın üstünü vermek isterler ama asla kabul etmezdik. Bu konuda hepimiz çok sıkı tenbihlenmiştik. Ama bir kaç şekerlemeye de hayır demezdik.

O yıllarda çocuklar sokaklarda başlarına bir kötülük geleceğini düşünmeden korkusuzca oynarlardı. Sokakta oynarken acıkırsak ya da susarsak mahallede hiç tanımadığımız bir evin kapısını çalıp bir bardak su ya da bir dilim yağlı ekmek isteyebilirdik. Bu tamamen normal karşılanan bir çocuk davranışıydı. Ben de iyi bir aile çocuğu olarak Ayla Teyze’ye birçok kereler ekmek veya süt almıştım. Ayla Teyze’nin Nebahat Abla’dan başka bir oğlu daha vardı ama O Almanya’da çalışıyordu ve de yazları sadece bir ay sarışın Alman karısı ve Türkçe bilmeyen çocukları ile annesine geliyordu. Onlar geldiği zaman Nebahat Abla ortalarda olmazdı. Annemlerin konuşmalarından hatırladığım kadarıyla Nebahat Abla’nın ağabeyi üniversitedeyken siyasi nedenlerle birkaç ay hapis yatmış ve sonrarında Almanya’ya gidip okulunu orada bitirmişti. Ailesini de yanına almaya çalışmış ve devamlı çağırmış ama babası ve Nebahat Abla hiç gitmek istememişler. O da bu yüzden Nebahat Abla’ya kırgınmış. Çünkü kızkardeşinin de başına benzer şeyler gelebileceğinden endişeliymiş. Onlar geldiği zaman Nebahat Abla ortalarda olmazdı.

Nebahat Abla’nın annesini ziyaret etmesi benim için gerçek bir heyecandı. O yıllarda Nebahat Abla otuzlu yaşlarına yaklaşan genç bir kadındı ve henüz evlenmemişti. Şehirde avukatlık yapıyordu. Her zaman gülen bir yüzü vardı ve bu gülümseme her an çabucak kocaman bir kahkahaya dönüşebilirdi. Annem ve babam da arasıra kahkaha atıp gülerlerdi ama gördüğüm en güzel gülümseme ve kahkaha Nebahat Abla’nınkiydi. Neden evlenmediğini bilmiyordum. Etrafımda onun yaşındaki kadınlar hep evli çocuklu olurlardı. Nebahat Abla biraz şişman denebilecek bir kadındı ama inanılmaz güzel bir yüze sahipti. Elbette o yıllarda birazcık kilonun kadınlarda ne kadar büyük bir ruhsal sorun olacağından habersizdim. Nebahat Abla hiç evlenmemişti ama çocukları ve de özellikle beni çok severdi. Bana göre böyle bir kadın mutlaka ya anne ya da öğretmen olmalıydı. Avukatlık kesinlikle yanlış bir meslekti onun için. Her ne kadar bir avukatın ne yaptığını pek bilmesem de çok ciddi ve sıkıcı işler yaptığından emindim. Nebahat Abla ise büyüklerle değil çocuklarla uğraşması gereken birisiydi.

Annesini ziyarete her zaman pırıl pırıl parlayan sarı vosvos arabası ile gelirdi. Arabasının motor sesini taa uzaklardan tanırdım. Annesine birkaç geceliğine bile gelecek olsa arabasında bir sürü ıvır zıvır taşırdı. Taşıdığı şeylerin çoğu da dokuz yaşındaki bir çocuğun ilgisini çekebilecek türdendi mesela kocaman tüylü bir köpek, bir klasik gitar, gofret ve şekerlemeler, kitaplar, plaklar, tuvaller, boyalar, fırçalar ve her tür resim malzemeleri. Nebahat Abla hem gitar çalar hem de resim yapardı. Nebahat Abla’nın sarı vosvosunun sesini sokağın köşesinden duyar duymaz o an ne iş yapıyor olsam fırlar koşardım. Kendi teyzem ya da halam geldiğinde bile o heyecanı duyamazdım. Elbette annemle babam buna biraz bozuluyordu ama ne teyzem ne de halam Nebahat Abla kadar eğlenceli değillerdi.

Nebahat Abla’nın arabasını görünce hemen Ayla Teyze’nin bahçe kapısında yerimi alır, onun eşyalarını ve bir sürü ıvır zıvırını eve taşımasına yardım ederdim. Köpeği Teks beni tanır ve asla bana havlamaz, kafasını okşamamdan keyif alırdı. Nebahat Abla eşyalar içeri taşındıktan sonra mutlaka bana bir şeyler verirdi. Ya bir gofret, ya bir kurşunkalaem, ya kendi yaptığı ufak bir resim, ya da kokulu bir silgi ya da hiç aklıma getiremediğim bir şey olabilirdi bu. Ama ben asla bir şeyler almak için ona yardım ediyor değildim ve o da bunu gayet iyi bilirdi. Onu sevdiğim için orada olduğumu bilirdi. Bazen O’nun gerçekten ablam ya da teyzem olduğunu hayal ederdim. Nebahat Abla ile muhabbetimiz sadece eşya taşımakla sınırlı değildi. Her gelişinde beni mutlaka evine çağırır ya kendisi gitar çalar ya da gitarı elime verip çalmamı isterdi. Benim müzik kulağına sahip olduğumu ve nota bilmesem de gitarı kolaylıkla çalabileceğimi söylerdi. Söylerdi söylemesine de bizim evde hiçbir müzik aleti yoktu. Müzik derslerinde çaldığımız blok flütün de bence müzik aletine benzer bir tarafı yoktu. Çoban kavalının biraz daha tiz seslisiydi ve iğrenç bir cayırtı çıkarıyordu. Belki de ben müzik aleti denince hep telli aletleri aklıma getirdiğim için flüte karşı olumsuz bir önyargı geliştirmiştim. Nebahat Abla’nın gitarıyla tanışmadan önce bir bağlamam olsun isterdim ama gitarı elime aldıktan sonra bağlama çalmanın gereksiz olduğuna inanmıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse bunu bana Nebahat Abla inandırmıştı. “Ben türküleri çok seviyorum o yüzden de bağlama çalmak istiyorum” dediğimde o da cevap olarak o yıllarda çok sevilen bir halk türküsünü gitarıyla çalmış ve üstelik türküyü akorlarla zenginleştirimiş ve çok sesli bir hava vermişti. Doğrusu çok hoşuma gitmişti. Nebahat Abla türküyü bitirdikten sonra bana demişti ki, bağlama ile çalınan her ezgiyi gitarla da çalabilirsin ama gitarla çaldığın her şeyi bağlama ile çalamazsın. Ha Türküler elbette bağlamada olduğu gibi otantik ve duygulu olmayacaktır ama her ulustan insanın dinleyebileceği kadar evrensel ezgiler haline gelir gitarla. Ablacığım ben de bir gün senin gibi çalabilir miyim diye sormuştum o da benden de iyi çalacaksın demişti. Ama bunun için gitar kursuna gitmeliymişim. Acele etmeme gerek yokmuş. Öncelikle iyi bir gitarım olmalıymış. Bunun için de şimdiden harçlıklarımı biriktirmeliymişim. İçimden harçlıklarım yirmi yıl birikse bir gitar alamaz diye geçirdim ama söylemedim elbette. Eğer kötü bir gitarla başlarsam asla ilerleyemezmişim parmaklarım acır ve de çalmaktan da zevk alamazmışım. Nebahat Abla gitara üniversite yıllarında başladığını söyledi. Dolayısıyla benim için daha çok zaman vardı.

Türküleri çok güzel çalıp bir o kadar da güzel söylüyordu ama işini bitirip de çayı demleyip bahçeye bakan balkona yerleştiğinde hep flamenko dediği İspanyol şarkılarını çalıyordu. Bir de “artık sevmeyeceğim” adlı Türkçe şarkıyı flamenko tarzında parmaklarını sallayarak çok güzel çalardı ben de tepsi ile ritm tutardım. “Neden hep bu şarkıyı çalıyorsun” dediğimde durgunlaşır ve “bazı şarkıların insanlar üzerinde büyük etkileri vardır, büyüyünce ne demek istediğimi anlarsın” derdi. Ne dediğini pek anlamazdım tabi. Büyüdüğümde bu şarkının Nebahat Abla’nın bir gönül yarası ile ilgisi olduğunu anlayabilmiştim. Sanırım o yıllarda kavuşamadığı ve unutmak istediği biri vardı ve belli ki hüznünü bastırmak için olduğundan daha fazla neşeli görünüyordu.

Nebahat Abla’yı çok sevmemin bir diğer nedeni de küçükken okuduğu çizgi romanları bir yerlerden çıkarıp bana vermesiydi. Anladığım kadarıyla Nebahat Abla çocukken erkek çocukların sevdiği kovboy çizgi romanlarını okuyormuş. Sadece çizgi romanlar değil birçok çocuk klasiğini de Nebahat Ablamın hediyesi olarak okumuştum. Gündüzleri genellikle annesi ile vakit geçiren, alışveriş yapan ve evin eksik gedğini kapamaya çalışan Nebahat Abla genellikle akşam beşten sonra balkondan seslenerek beni çağırırdı. Annem de onun verdiği kitap, 45 lik plak ve bunun gibi şeyler konusunda altta kalmamak için elime kendi pişirdiği kurabiye veya keklerden tutuşturur ve “Nebahat Ablana selam söyle, birlikte çayla yersiniz” derdi. Ben onlara gittiğimde zaten çay hep demlenmiş olurdu. Nebahat Abla da kek ve kurabiyelere asla hayır demezdi. Annem bazen ona örgü yünleri gönderirdi. Çünkü Nebahat Abla aynı zamanda iyi bir örgü ustasıydı. Atkılar, yelekler, şapkalar, battaniyeler, herşeyi el örgüsüyle depolayabiliyordu. Eve ilk geldiğinde arabasından eve onlarca orlon ve yün çilesi taşırdım. Nebahat Abla bu çileleri açmak için de benden yardım isterdi. Kadınsı bir iş olarak gördüğüm için çok da hoşuma gitmezdi ama tıpkı anneme yardım ettiğim gibi Nebahat Ablaya da kollarımı açarak yardım ederdim. O da yün çilesini kollarıma geçirir ve çileyi örgüye hazır bir yumak haline getirirdi. Bir keresinde bana bir yün atkı örüp hediye etmişti. O atkı hala kış günleri arabamın bagajında hazır bulunur.

Ne diyordum beni genellikle akşam üzeri odasına çağırırdı. Annesi Ayla Teyze asla bize katılmaz, salonda radyo dinler bulmaca çözerdi. Nebahat Abla ile bir dakikamız bile boş geçmezdi. Bana bir sürü şey anlatırdı. Çoğunlukla çocukların ilgisini çeken şeylerden bahsettiği için pür dikkat dinlerdim. Hele de arabalar hakkında uzun uzun konuşması bir erkek çocuk için bulunmaz bir fırsattı. Sarı vosvosunu nasıl babasından hediye olarak aldığını, bunun bir hippi arabası olduğunu, hippilerin nasıl insanlar olduklarını, aslında arabayı Hitler isimli berbat bir herifin çizdiğini ama nasıl olduysa savaş çıkarıp milyonlarca insanın ölümüne neden olan bu adamın tasarımını yaptığı bu arabanın sonradan barış sever hippilerin sembolü olduğunu öğrenmek de çok ilginçti ve o günlerden sonra sarı vosvos benim için hep neşenin, Nebahat Abla’nın ve birlikte kurabiye yerken attığımız kocaman kahkahaların bir sembolü oldu benim için. Bu sarı vosvos canımın sıkkın olduğu zamanlarda bana umut ve güç veren bir imge olmuştu. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıp Nebahat Abla’nın sarı vosvosunu hayal etmek bütün sıkıntılara iyi geliyordu işte.

Onun her gidişinde içimi bir üzüntü kaplardı, hüzünlenirdim. Eğer ben okuldayken gitmemişse eşyalarını arabasına yüklemeye yardım ederdim. O yıllarda arabalar azdı, kadınların kullandığı arabalar daha bir azdı. Ancak zengin ailelerdeki kadınlar araba kullanabilirlerdi. Eh Nebahat Ablalar da zengin sayılırlardı. Annesi Ayla Teyze öğretmenmiş ama ölmüş olan babaları büyük işler yapan zengin bir müteahhitmiş. Kızı hukuk fakültesini kazanınca ona bu sarı vosvosu hediye etmiş. Başka bir arabaları daha varmış ama kullanan olmayınca satmışlar. Nebahat Abla vosvosuna baba yadigarı da derdi. Annesi Ayla Teyze Nebahat Abla’dan çok da memnun görünmüyor, hep söylenip duruyordu. Benimle vakit geçirmesini de pek hoş bulmuyordu. Onlardayken kaç defa “sen hala kısmetlerini tep elin çocuklarıyla uğraş oyalan, aklını başına alsaydın şimdi senin daha büyük oğlun olurdu” gibi sözler mırıldandığını duymuştum. Nebahat Abla da benim duyacağımı ve alınacağımı düşünerek kocaman bir “aman annneeeeeee” diye bağırır, yaşlı kadını sustururdu. Sonraları bu sözleri hatırladığımda Ayla Teyze’nin evlenmediği için Nebahat Abla’ya gücenik olduğunu anlamıştım. Annesi kızının evlenmesini istiyordu ama onun da başka bir sevdiği vardı ve de artık sevmeyecekti.

Annem Nebahat Abla ile Ayla Teyze ile de yolda selamlaşır konuşur ama evlerine gitmezdi. Onlar da bize gelmezlerdi. Sanki aralarında imzalanmış gizli bir sözleşme var gibiydi. Bir gün anneme “sen de bizimle Nebahat Abla’ya gelir misin” diye sorduğumda “oğlum sen git o kız koskoca bir avukat ben ne konuşacağım onunla, davul bile dengi dengine. Ama sen git yardım et o da bir çeşit öğretmen sayılır, birçok faydalı şey öğretiyor sana. Belki de okur onun gibi avukat olursun” demişti.

Nebahat Abla büyük şehre geri dönerken bana sarılıp öper, saçlarımı okşar ve “üzülme tekrar geleceğim ben gelene kadar verdiğim kitaplar okunup bitirilecek Küçük Bey anlaştık mı” derdi. Bana Küçük Bey diye hitap etmesini severdi. Bir gün yine böyle güle oynaya kapıda bekleyen annesine ve bana el sallayarak neşe içinde yola koyuldu ama üç gün sonra geri döndü. Annesi telefonlarına cevap vermeyince gerisin geri dönmüş ve annesinin cansız bedeni ile karşılaşmıştı.

Okul dönüşü Ayla Teyzelerin kapısında sarı vosvosu ve kalabalığı görünce sıra dışı birşeylerin olduğunu anlamıştım. Annem Ayla Teyze’nin vefat ettiğini ve içeriye girmemem gerektiğini söyledi. Başka akrabaları da gelmişti. İlk defa sarı vosvos geldiği için sevinemiyordum.

Oğlunun Almanya’dan gelmesini bekledikten sonra ertesi günü cenaze törenini yaptılar. Babamla camiye gittik. Hep renkli çiçekli elbiseler ile gördüğüm Nebahat Abla siyah bir elbise giymişti ve diğer kadınlar gibi başında beyaz mevlüt tülbenti vardı. Annem de diğer komşularla Nebahat Abla’nın yanındaydı. Babam beni namaza çağırdı ve ilk defa cenaze namazına durdum. Mezarlık dönüşü ilk defa ailemle Nebahat Ablalara gittim. Erkekler ve kadınlar ayrı odalarda oturuyorlardı. Erkekler Nebahat Abla’nın abisine kadınlar da Nebahat Abla’ya başın sağolsun diyorlardı. Yakını ölenlere böyle deniyordu. Ben erkeklerin odasından bir süre sonra yandaki kadınların odasına geçtim. Nebahat Abla sessiz sessiz ağlıyordu. Aslında ona sarılıp ağlama ablacım diyesim vardı ama ben de büyükler gibi “başınız sağolsun Nebahat Abla” dedim sadece. Ama o beni kendine çekip sarılarak “teşekkür ederim Küçük Bey” dedi.

Akşam bizim evde de hüzün vardı. Annemle babamın ilk defa onlar hakkında konuştuklarını duyuyordum. Anladığım kadarıyla Nebahat Abla birisiyle evlenmek istemiş ama ailesi istemediği için evlenememişti. Babası bu konuda kızını çok üzmüştü. Daha birçok şey konuştular ama bunlar aklımda kaldı.

Annesinin ölümünün ardından Nebahat Abla bir hafta kadar evlerinde kaldı fakat ne o beni çağırdı ne de ben gittim. Gitsem de ne olacaktı ki? Artık o şen şakrak günler, balkonda flamenko çalıp söylemeler, yün çilesi açmalar, kağıt hamurundan kap kacak yapmalar bitmişti. Annem Ayla Teyze’nin evinin satılacağını Nebahat Abla’nın da artık buraya gelmeyeceğini söylediğinde ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Boğazımda birşeyler düğümlenmiş ve öylece kala kalmıştım. Onu gitmeden son bir kez görmek zorundaydım.

O sabah cumartesiydi ve okul yoktu. Ben Nebahat Abla’ya gitmek için annemden nasıl izin isteyeceğimi düşünürken kapı çalındı ve Nebahat Abla elinde gitarıyla ilk defa bize geldi. Buyur edildi salona oturtuldu. Babam işe gitmeyi erteledi. Kahve yapıldı. Beni görünce kollarını açıp göz kırptı ve eskiden olduğu gibi gülümsedi. Hemen gidip sarıldım. Adını bilmediğim ve abla kokusu dediğim parfümü hala aklımdadır.

Annemler tekrar üzüntülerini bildirdiler. Hep beraber kader dendi kısmet dendi, Allah’ın takdiri dendi. Bunlardan sonra Nebahat Abla bana döndü:

“Cenercim seni görmeden gitmek istemedim. Bazı şeyleri kabul etmek zor ama artık büyüdün ve bu yıl dokuz yaşına bastın. Evi satacağımız için artık bir daha buralara gelemeyeceğim. Şehirdeki adresimi ve telefonumu babana bıraktım. Şehre geldiğinizde mutlaka uğrayın. Bak bu gitar da artık senin. Ama söz ver ilk görüştüğümüzde bana flamenko bir parça çalacaksın. Bak bir şey daha var bu benim sarı vosvosun ceviz kadar bir modeli. Beni her özlediğinde veya canını sıkan bir şey olduğunda bu arabaya bak, eline al ve birlikte geçirdiğimiz eğlenceli saatleri düşün. Hayatımızda üzücü şeyler olsa da mutlu olmak zorundayız. Anladın mı Küçük Bey?”

Gitarını bana vermesine öyle sevinmiştim ki şaşkınlıktan teşekkür bile edemedim benim yerime annem epey teşekkür etti ama. Ailece kapıya çıkıp el sallayarak uğurladık onu. O sarı vosvosu çalışma masama koydum ve asla kaldırmadım. Kendimi kötü hissedince hep avucumun içine alıp sıktım.

Büyük şehre üniversiteye gidince onu mutlaka arayıp bulacaktım ve güzel bir flamenko parça çalacaktım. Büyüdüm fen lisesini kazandım, parasız yatılı olarak büyük şehirde okumaya başladım. Hafta sonları kasabaya annemlere geliyordum. Bir gün babama Nebahat Abla’yı ziyaret etmemiz gerektiğini söyledim. İkisi birden suskunlaştılar ve birbirlerinin yüzlerine baktılar. Babam derin bir nefes alarak anlatmaya başladı:

“Oğlum biliyorsun ihtilal oldu ve askeri hükümet var. Nebahat Ablan bazı siyasilerin davalarını almış. Nasıl olduysa onu da bazı örgütlerle ilişkilendirip içeri almışlar. Bir yıla yakın yatmış ve çok eziyet çekmiş. Çıktıktan sonra avukatlığını da iptal etmişler. Nerede olduğunu da kimse bilmiyor, yurt dışına kaçtığını söylüyorlar. Belki de Almanya’ya abisinin yanına gitmiştir.”

Odama gittim ve hemen sarı vosvosu elime aldım. Pikaba eski 45 lik bir plak koydum. “artık sevemeyceğim bütün kabahat benim....”

Yıllar geçti Nebahat Abla’yı unutsam da sarı vosvosu yanımdan hiç ayırmadım. Geçen yıl sahibi olduğum firmanın tanıtımı ve iş bağlantıları için birkaç günlüğüne Berlin’e bir fuara gitmiştim. Bir Türk lokantasında masalar arasında bastonuyla aksak bacağına destek olarak dolanan şişman yaşlı kadını görünce gözlerindeki ifadeden Nebahat Abla’dan başka birisi olamayacağını anladım. Bu restoranın sahibi ya da çalışanı gibi duruyordu.

Yanında gidip “Nebahat Abla” dedim. Doğal olarak tanıyamadı ve “çıkaramadım” dedi. “Ben kasabadan Küçük Bey” dedim. Uzun uzun baktı önce, sonra sarıldı bana. Gözlerinde neşe yerine hüzün vardı artık. Yaşadıklarını anlattı kısaca. Suçsuz yere gördüğü eziyetleri. Sol bacağını sakat bırakmalarını, utancından anlatamayacağı şeyler yaşadığını... Bir sürat teknesi ile Meis adasına kaçıp oradan Almanya’ya abisinin yanına gelişini. Burada geçmeyen diplomasını, hayatını garsonlukla kazanmasını ve son zamanlarda bir arkadaşıyla ortak olup bu restoranı açmalarını, bir çırpıda anlattı. “Hatırlıyor musun Abla dedim senin renkli ansiklopedilerindeki haritalara bakınca burnumuzun dibindeki Meis adasına sahip olamayışımıza hayıflanırdık ikimiz birlikte.” İlk defa güldü ve yine Nebahat Abla oldu. “Boşuna her işte bir hayır var dememişler” dedi. Gitarını bir daha eline almamıştı herhalde. ben de utancımdan soramadım. Ayrılırken kocaman sarıldım. Abla kokusu hala aynısıydı. Restoranın dışında bana el sallayışına baktım. “Ne güzel komşumuzdun sen Nebahat Abla” dedim.