13 Haziran 2022 Pazartesi

 MARİYA DESPİNA’YA

Önce o kocaman gözlerin düştü aklıma

Mariya Despina,

Sonra da sevinç veren sözlerin

Vakıf oldun sırlarına

Günahkarların

Kutsal Hikmet’in kızı Mariya

Aklıma geliyorsun

Baktıkça yukarıya



9 Mart 2022 Çarşamba

 ÖYKÜLERİM

 

 

 

 

ANBER’İN ÖDÜL TÖRENİ

Mahmut Arslan

Salon hınca hınç doluydu. Ülkenin önde gelen edebiyat insanları, gazetelerin sanat ve edebiyat sayfalarının yazarları, kamu ve özel sektörden bir dolu önemli insan ve davetli edebiyatseverler oradaydı. Merakla bekliyorlardı son günlerin en çok konuşulan yazarı Anber’i. Birazdan Avrupa Kadın Edebiyatçılar Birliği Başkanı Ursula Ashword’un elinden yılın edebiyatçısı ödülünü alacak ve bir teşekkür konuşması yapacaktı.

Kitapları birçok dile çevrilmiş ve her biri birkaç baskı yapmış olan bu genç kadının en önemli özelliği tamamen sıradan bir ev kadını ve anne olmasıydı. Üniversite okumamış liseyi de dışarıdan bitirmişti. Gündelik işlere girip çıkmak dışında bir iş tecrübesi de yoktu ama insanları çok iyi anlayıp anlatıyordu. İstanbul’un anlı şanlı yabancı liselerinden mezun olup üzerine de ülkenin en iyi iletişim ya da edebiyat fakültesini bitirenlerden daha güzel işler çıkarıyordu.

Bütün kitaplarında sadece Anber adını kullanıyordu. Gerçek adını yayıncısı dışında kimse bilmiyordu. Anber gerçek adı mıydı yoksa takma bir isim miydi onu da kimsenin bildiği yoktu. Anber, ödülünü Bayan Ursula Ashword’un elinden aldıktan sonra sempatik ve zekice parlayan gözleriyle kameralara ve salondakilere gülümseyip konuşma yapacağı kürsüye yürüdü emin adımlarla.

“Merhaba, ben Anber.

Herkes beni böyle tanıyor ben de böyle bilinmek istiyorum.

Öncelikle beni bu ödüle layık gördükleri için Avrupa Kadın Edebiyatçılar Birliğine ve Başkan Sayın Ursula Ashword’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Bana hep neden yazıyorsun ve nasıl yazıyorsun diye soruyorlar.

Yazıyorum çünkü anlatmayı seviyorum, hem kendimi hem de başkalarını.

Ben küçükken anneannem bana masallar anlatırdı. Ben de dinlediklerimi köydeki başka çocuklara anlatırdım. Sonra anneannem öldü ama ben ondan dudyduğum masalların üstüne başka şeyler de katıp uydurarak çocuklara masal anlatmaya devam ettim. Kimi ne konuşkan kimi de ne geveze kız derdi bana.

Önceleri sadecce beni üzen olayları yazmakla başladı her şey. Kendimi bildim bileli üzgündüm ben ve beni üzen gemilerde aşçılık yapan babamın aylarca bazen bir yıla yakın denizlerde gezip bizden uzak olmasıydı. Üzüntü günlüklerim böyle oluştu.

Üç kızından babasına en düşkün olan bendim. Kızlarıyla gurur duyardı babam. Senede bir kaç ay görüştüğümüz zamanlar en mutlu günlerimiz olurdu. Bizimle çarşıya çıkar bizi zaten tanıyan esnafa ve çevreye “bunlar benim kızlarım” diye gururla tanıştırırdı beni, ablamı ve küçük kızkardeşimi. Babam bizimleyken birşey yazmazdım, yazamazdım. Bana sarılır ve bir gün bu hasret beni delirtecek derdi.

Bir kaç yıl sonra hasret gerçekten bitmiş ve babam denizcilikten emekli olmuş ve bir daha gitmemek üzere evine dönmüştü. Kasabada bir lokantaya ortak olmuş iyi de para kazanıyordu. Fakat eve dönmüş olmasına rağmen neşeli değildi. Hiç konuşmuyor hep susuyordu. Annem ise babanızın üzerine varmayın yılların yorgunluğu var diyordu. Ben hiç bir şey yazmıyordum.

Bir gece babam eve yağmur yağmadığı halde sırılsıklam dönmüştü. Denize düştüm demiş anneme. Titriyordu annem kurulayp yatağa yatırdı. Meğer denize atlayarak intihar etmek istemiş ama yakındaki balıkçı tekneleri kurtarmış. Saflığından yararlanan arkadaşları birikmiş parasını ve bizim istikbalimiz için almış olduğu arsaları şirket kuracağız vaadiyle bir imza ile elinden almışlardı ve babam tam ailesine kavuşmuşken canına kıymak istemişti.

O günden sonra hiç iyi olmadı. Ben “üzüntü günlüklerime bir daha başlamayacağım işte” diye direniyor ve hâlâ bir şey yazmıyordum. Annem babamı Bakırköy’deki akıl hastanesine yatırmak zorunda kalmıştı. Ağır şizofreni teşhisi konmuştu. Hastane görüşüne giderken manavdan yaptığım alışveriş sırasında “sen kimin kızısın” diye soran manava “aşçı Kemal’in kızıyım” dediğimde adam sırıtarak “haa şu deli Kemal’in kızısın sen” demişti. Ağlayarak eve gitmiş ve üzüntü günlüğümü açıp sayfalarca yazmış altına Aşçı Kemal’in Kızı Anber diye imza atmıştım. Üzüntü günlüklerim babamın yediği elekro şokların sonrasında hastanede beni tanımadan yüzüme bakmasıyla daha bir artmaya başlamıştı. Sonra evlendim, kızım oldu, babam hastaneden çıktı ama kısa süre sonra gemilerde perişan olan ciğerleri iflas etti, akçiğer yetmezliğinden boğularak öldü. Bundan sonra üzülmek istemiyorum diye üzüntü günlüklerime ve yazmaya son verip kendimi kızıma verdim.

Sonra o yazar karşıma çıktı ve sadece üzüntülerimi değil sevinç ve ümitlerimi, etrafımdaki insanların hikayelerini de çok güzel yazabileceğimi gösterdi bana. Babamın bir yerlerden beni hep gördüğünü düşünüyordum ve o yukarılardan bana bakıp güzel günlerimizdeki gibi gurur duymaya devam etmeliydi. İşte bu şekilde insanlara ümit veren hikayelerim ve romanlarım doğdu. Bir müddet sonra fark ettim ki yazmadan yapamıyorum. Büyük hikayeci Sait Faik’in “yazmasaydım çıldıracaktım” sözlerini okuduğumda aynı ben dedim. Belki babam da yazsaydı çıldırmazdı diye düşündüm. İşte bu benim hikayem, Aşçı Kemal’in kızının hikayesi. Avrupa’nın en iyi kadın yazarı seçildiğim bugün bu kürsüden şunu ifade etmek istiyorum,

Aşçı Kemal Usta, kızın da seninle gurur duyuyor.”

 

 ÖYKÜLERİM

 

 

 

 

SARI VOSVOS

Mahmut Arslan

Nazım Hikmet sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? Diye sormuştu ya, eğer bunu bana sormuş olsaydı hemen yapabilirdim. Oturup Nebahat Ablamın ve sarı renkli vosvos arabasının resmini çiziktirmeye başlardım. Nebahat Abla ve onun ayrılmaz parçası olan sarı vosvos arabası çocukluğumda mutluluk ve neşe kelimelerini duyunca aklıma ilk gelen şeylerdi.

Sekiz dokuz yaşlarındayım, 1970’lerin ortalarında bir yerdeydiz. Ege’nin küçük bir kasabasında yaşıyoruz. Babam matbaa işçisi Halim Bey, gerçekten de tıpkı ismi gibi halim selim bir adamdı ama kızınca da aniden parlardı. Annem Münevver Hanım babamın bu huyunu bildiğinden olsa gerek, o kızıp bağırdığında hiç üzerine gitmez, sinirinin yatışmasını beklerdi. Öyle kavgalı gürültülü ailelerden olmadık hiç. Belki de annemle babamın ailelerinin karşı çıkmasına rağmen severek evlenmelerinden ötürüydü. Dedem annemi babama vermeye pek razı değilmiş. Kızının bir memurla evlenmesini arzularmış. Açıkça dile getirmese de hava subayı çıkan bir akrabasına vermeyi istermiş. Fukara bir matbaa işçisine gönül verdiği için de kızına gönül koymuş fakat önüne de dikilmemiş. Babam ailesi ile görücüye gelmeden bir gün önce annemi karşısına almış ve “kızım bak bu çocuk terbiyeli, efendi, kötü alışkanlıkları da yok, ama eninde sonunda bir matbaa işçisi ve arasıra bulursa tamirat işleri de yapıyor. Eğer senin gönlün varsa ben hayır demem lakin hayat boyu fakirlik ve sıkıntı içinde yaşayacağını da sakın unutma ve ileride sakın halinden şikayetçi olma. Sana maddi olarak yapabileceklerimin bir sınırı olduğunu biliyorsun” deyip konuyu kapatmış. O zamanın terbiyesi ile bir kızın babasının yanında konuşması mümkün mü? “Siz nasıl takdir ederseniz babacığım deyip konuyu kapatmış.”

Dedemin dedikleri gerçekleşti ve biz hep kıt kanaat geçindik ama hiçbir zaman da elaleme muhtaç olmadık. Babamın kimseden borç istediğini de hatırlamıyorum. Yaşı ilerlediğinde işinde de ustalaştığı için artık kendisine matbaa teknisyeni diyor ve kimsenin tamir edemediği makineleri o tamir ediyordu. Bir ara büyük bir basımevinden de teklif gelmiş. Oradaki sendikacı bir arkadaşı gel bizimle çalış İstanbul’a taşın demiş ama Allahtan babam kabul etmemiş yoksa o da kesin sendika temsilcisi olur ve 12 Eylül’de tutuklanan bütün sendika temsilcileri gibi hapisler ve işkencelerde çürürdü.

Babam kendisine teknisyen derken başkaları ona montör Halim diyordu. Montör bir matbaa makinesini söküp yeniden monte edebilen teknisyen demekti ve babam da bu unvan hoşuna gtmiş olacak ki bir süre sonra kartvizitine “Halim Türksoy, Matbaa Teknisyeni ve Montör” yazdırmıştı. Fakat dedem için o ölene kadar matbaa işçisi Halim olmaya mahkumdu. Ortaokulu ancak bitirmiş olmasına rağmen matbaa ve basın yayın işlerinde olduğundan kitaplara ve okumaya meraklı kendini yetiştirmiş aydın bir adamdı babam. Bu yüzden bizlerin eğitimine de önem verdi. Ben de onu mahcup etmedim. Aile bütçesine yük olmadan iyi bir fen lisesinde parasız yatılı olarak okudum. Bana bu imkanları tanıyan Cumhuriyet’e her zaman minnetkar kaldım. Liseden sonra yine devletin en iyi üniversitelerinden birini bitirip makine mühendisi oldum. Bir firmam oldu ve iş sahibi oldum. Elbette babam bir matbaa teknisyeni olarak oğlunun makine mühendisi olmasından gurur duyuyordu.

1970’lerin ortalarında henüz ilkokula gidiyordum ve de makine mühendisi olup önemli bir imalat sanayi firmasında hisse sahibi ve yönetici olmama henüz çok uzun zaman vardı.

Hayat bir kasabada her zaman çok yavaş akar ve kasabalılar büyük şehirlerde yaşayanlar gibi aceleci insanlar değilllerdir. Azıcık bir değişiklik bile günlük yaşama bir hareket katar. Benim o yaşlarda gördüğüm beni en çok heyecanlandıran olay yanımızdaki tek katlı bahçeli evde tek başına yaşayan Ayla Teyze’nin ayda bir kez gelip birkaç gün kalan kızı Nebahat Abla’ydı.

Ayla Teyze kocasının vefatından sonra evinde tek başına yaşamaya başlamış ama ben kocasını hiç hatırlamıyorum. Kasabanın hali vakti yerinde önemli tüccarlarından biriymiş. Sol ayağı aksadığından Ayla Teyze hep bastonla dışarı çıkardı. Emekli öğretmen olduğunu biliyorduk. Haftada bir bizim ev sahibi Hacı Teyze’nin gelini Emine Abla Ayla Teyze’nin evini temizler ve de mutfak alışverşini yapardı. Ekmek ve süt almaya ise gün aşırı kendisi çıkardı. Soğuk ve yağışlı günlerde ise sokakta gördüğü çocuklardan birini çağırıp ekmek aldırırdı. Benim çocukluğumda hiç tanımadığımız teyzeler bile karşıdaki bakkaldan ekmek veya yoğurt gibi ihtiyaç maddelerini almamızı rica ederlerdi. Bunu toplumsal bir görev coşkusuyla yerine getirirdik. İyi bir aile çocuğu mahalleli bir teyzeye bakkaldan bir şey aldığı zaman asla karşılığını beklemezdi. Bazen teyzeler paranın üstünü vermek isterler ama asla kabul etmezdik. Bu konuda hepimiz çok sıkı tenbihlenmiştik. Ama bir kaç şekerlemeye de hayır demezdik.

O yıllarda çocuklar sokaklarda başlarına bir kötülük geleceğini düşünmeden korkusuzca oynarlardı. Sokakta oynarken acıkırsak ya da susarsak mahallede hiç tanımadığımız bir evin kapısını çalıp bir bardak su ya da bir dilim yağlı ekmek isteyebilirdik. Bu tamamen normal karşılanan bir çocuk davranışıydı. Ben de iyi bir aile çocuğu olarak Ayla Teyze’ye birçok kereler ekmek veya süt almıştım. Ayla Teyze’nin Nebahat Abla’dan başka bir oğlu daha vardı ama O Almanya’da çalışıyordu ve de yazları sadece bir ay sarışın Alman karısı ve Türkçe bilmeyen çocukları ile annesine geliyordu. Onlar geldiği zaman Nebahat Abla ortalarda olmazdı. Annemlerin konuşmalarından hatırladığım kadarıyla Nebahat Abla’nın ağabeyi üniversitedeyken siyasi nedenlerle birkaç ay hapis yatmış ve sonrarında Almanya’ya gidip okulunu orada bitirmişti. Ailesini de yanına almaya çalışmış ve devamlı çağırmış ama babası ve Nebahat Abla hiç gitmek istememişler. O da bu yüzden Nebahat Abla’ya kırgınmış. Çünkü kızkardeşinin de başına benzer şeyler gelebileceğinden endişeliymiş. Onlar geldiği zaman Nebahat Abla ortalarda olmazdı.

Nebahat Abla’nın annesini ziyaret etmesi benim için gerçek bir heyecandı. O yıllarda Nebahat Abla otuzlu yaşlarına yaklaşan genç bir kadındı ve henüz evlenmemişti. Şehirde avukatlık yapıyordu. Her zaman gülen bir yüzü vardı ve bu gülümseme her an çabucak kocaman bir kahkahaya dönüşebilirdi. Annem ve babam da arasıra kahkaha atıp gülerlerdi ama gördüğüm en güzel gülümseme ve kahkaha Nebahat Abla’nınkiydi. Neden evlenmediğini bilmiyordum. Etrafımda onun yaşındaki kadınlar hep evli çocuklu olurlardı. Nebahat Abla biraz şişman denebilecek bir kadındı ama inanılmaz güzel bir yüze sahipti. Elbette o yıllarda birazcık kilonun kadınlarda ne kadar büyük bir ruhsal sorun olacağından habersizdim. Nebahat Abla hiç evlenmemişti ama çocukları ve de özellikle beni çok severdi. Bana göre böyle bir kadın mutlaka ya anne ya da öğretmen olmalıydı. Avukatlık kesinlikle yanlış bir meslekti onun için. Her ne kadar bir avukatın ne yaptığını pek bilmesem de çok ciddi ve sıkıcı işler yaptığından emindim. Nebahat Abla ise büyüklerle değil çocuklarla uğraşması gereken birisiydi.

Annesini ziyarete her zaman pırıl pırıl parlayan sarı vosvos arabası ile gelirdi. Arabasının motor sesini taa uzaklardan tanırdım. Annesine birkaç geceliğine bile gelecek olsa arabasında bir sürü ıvır zıvır taşırdı. Taşıdığı şeylerin çoğu da dokuz yaşındaki bir çocuğun ilgisini çekebilecek türdendi mesela kocaman tüylü bir köpek, bir klasik gitar, gofret ve şekerlemeler, kitaplar, plaklar, tuvaller, boyalar, fırçalar ve her tür resim malzemeleri. Nebahat Abla hem gitar çalar hem de resim yapardı. Nebahat Abla’nın sarı vosvosunun sesini sokağın köşesinden duyar duymaz o an ne iş yapıyor olsam fırlar koşardım. Kendi teyzem ya da halam geldiğinde bile o heyecanı duyamazdım. Elbette annemle babam buna biraz bozuluyordu ama ne teyzem ne de halam Nebahat Abla kadar eğlenceli değillerdi.

Nebahat Abla’nın arabasını görünce hemen Ayla Teyze’nin bahçe kapısında yerimi alır, onun eşyalarını ve bir sürü ıvır zıvırını eve taşımasına yardım ederdim. Köpeği Teks beni tanır ve asla bana havlamaz, kafasını okşamamdan keyif alırdı. Nebahat Abla eşyalar içeri taşındıktan sonra mutlaka bana bir şeyler verirdi. Ya bir gofret, ya bir kurşunkalaem, ya kendi yaptığı ufak bir resim, ya da kokulu bir silgi ya da hiç aklıma getiremediğim bir şey olabilirdi bu. Ama ben asla bir şeyler almak için ona yardım ediyor değildim ve o da bunu gayet iyi bilirdi. Onu sevdiğim için orada olduğumu bilirdi. Bazen O’nun gerçekten ablam ya da teyzem olduğunu hayal ederdim. Nebahat Abla ile muhabbetimiz sadece eşya taşımakla sınırlı değildi. Her gelişinde beni mutlaka evine çağırır ya kendisi gitar çalar ya da gitarı elime verip çalmamı isterdi. Benim müzik kulağına sahip olduğumu ve nota bilmesem de gitarı kolaylıkla çalabileceğimi söylerdi. Söylerdi söylemesine de bizim evde hiçbir müzik aleti yoktu. Müzik derslerinde çaldığımız blok flütün de bence müzik aletine benzer bir tarafı yoktu. Çoban kavalının biraz daha tiz seslisiydi ve iğrenç bir cayırtı çıkarıyordu. Belki de ben müzik aleti denince hep telli aletleri aklıma getirdiğim için flüte karşı olumsuz bir önyargı geliştirmiştim. Nebahat Abla’nın gitarıyla tanışmadan önce bir bağlamam olsun isterdim ama gitarı elime aldıktan sonra bağlama çalmanın gereksiz olduğuna inanmıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse bunu bana Nebahat Abla inandırmıştı. “Ben türküleri çok seviyorum o yüzden de bağlama çalmak istiyorum” dediğimde o da cevap olarak o yıllarda çok sevilen bir halk türküsünü gitarıyla çalmış ve üstelik türküyü akorlarla zenginleştirimiş ve çok sesli bir hava vermişti. Doğrusu çok hoşuma gitmişti. Nebahat Abla türküyü bitirdikten sonra bana demişti ki, bağlama ile çalınan her ezgiyi gitarla da çalabilirsin ama gitarla çaldığın her şeyi bağlama ile çalamazsın. Ha Türküler elbette bağlamada olduğu gibi otantik ve duygulu olmayacaktır ama her ulustan insanın dinleyebileceği kadar evrensel ezgiler haline gelir gitarla. Ablacığım ben de bir gün senin gibi çalabilir miyim diye sormuştum o da benden de iyi çalacaksın demişti. Ama bunun için gitar kursuna gitmeliymişim. Acele etmeme gerek yokmuş. Öncelikle iyi bir gitarım olmalıymış. Bunun için de şimdiden harçlıklarımı biriktirmeliymişim. İçimden harçlıklarım yirmi yıl birikse bir gitar alamaz diye geçirdim ama söylemedim elbette. Eğer kötü bir gitarla başlarsam asla ilerleyemezmişim parmaklarım acır ve de çalmaktan da zevk alamazmışım. Nebahat Abla gitara üniversite yıllarında başladığını söyledi. Dolayısıyla benim için daha çok zaman vardı.

Türküleri çok güzel çalıp bir o kadar da güzel söylüyordu ama işini bitirip de çayı demleyip bahçeye bakan balkona yerleştiğinde hep flamenko dediği İspanyol şarkılarını çalıyordu. Bir de “artık sevmeyeceğim” adlı Türkçe şarkıyı flamenko tarzında parmaklarını sallayarak çok güzel çalardı ben de tepsi ile ritm tutardım. “Neden hep bu şarkıyı çalıyorsun” dediğimde durgunlaşır ve “bazı şarkıların insanlar üzerinde büyük etkileri vardır, büyüyünce ne demek istediğimi anlarsın” derdi. Ne dediğini pek anlamazdım tabi. Büyüdüğümde bu şarkının Nebahat Abla’nın bir gönül yarası ile ilgisi olduğunu anlayabilmiştim. Sanırım o yıllarda kavuşamadığı ve unutmak istediği biri vardı ve belli ki hüznünü bastırmak için olduğundan daha fazla neşeli görünüyordu.

Nebahat Abla’yı çok sevmemin bir diğer nedeni de küçükken okuduğu çizgi romanları bir yerlerden çıkarıp bana vermesiydi. Anladığım kadarıyla Nebahat Abla çocukken erkek çocukların sevdiği kovboy çizgi romanlarını okuyormuş. Sadece çizgi romanlar değil birçok çocuk klasiğini de Nebahat Ablamın hediyesi olarak okumuştum. Gündüzleri genellikle annesi ile vakit geçiren, alışveriş yapan ve evin eksik gedğini kapamaya çalışan Nebahat Abla genellikle akşam beşten sonra balkondan seslenerek beni çağırırdı. Annem de onun verdiği kitap, 45 lik plak ve bunun gibi şeyler konusunda altta kalmamak için elime kendi pişirdiği kurabiye veya keklerden tutuşturur ve “Nebahat Ablana selam söyle, birlikte çayla yersiniz” derdi. Ben onlara gittiğimde zaten çay hep demlenmiş olurdu. Nebahat Abla da kek ve kurabiyelere asla hayır demezdi. Annem bazen ona örgü yünleri gönderirdi. Çünkü Nebahat Abla aynı zamanda iyi bir örgü ustasıydı. Atkılar, yelekler, şapkalar, battaniyeler, herşeyi el örgüsüyle depolayabiliyordu. Eve ilk geldiğinde arabasından eve onlarca orlon ve yün çilesi taşırdım. Nebahat Abla bu çileleri açmak için de benden yardım isterdi. Kadınsı bir iş olarak gördüğüm için çok da hoşuma gitmezdi ama tıpkı anneme yardım ettiğim gibi Nebahat Ablaya da kollarımı açarak yardım ederdim. O da yün çilesini kollarıma geçirir ve çileyi örgüye hazır bir yumak haline getirirdi. Bir keresinde bana bir yün atkı örüp hediye etmişti. O atkı hala kış günleri arabamın bagajında hazır bulunur.

Ne diyordum beni genellikle akşam üzeri odasına çağırırdı. Annesi Ayla Teyze asla bize katılmaz, salonda radyo dinler bulmaca çözerdi. Nebahat Abla ile bir dakikamız bile boş geçmezdi. Bana bir sürü şey anlatırdı. Çoğunlukla çocukların ilgisini çeken şeylerden bahsettiği için pür dikkat dinlerdim. Hele de arabalar hakkında uzun uzun konuşması bir erkek çocuk için bulunmaz bir fırsattı. Sarı vosvosunu nasıl babasından hediye olarak aldığını, bunun bir hippi arabası olduğunu, hippilerin nasıl insanlar olduklarını, aslında arabayı Hitler isimli berbat bir herifin çizdiğini ama nasıl olduysa savaş çıkarıp milyonlarca insanın ölümüne neden olan bu adamın tasarımını yaptığı bu arabanın sonradan barış sever hippilerin sembolü olduğunu öğrenmek de çok ilginçti ve o günlerden sonra sarı vosvos benim için hep neşenin, Nebahat Abla’nın ve birlikte kurabiye yerken attığımız kocaman kahkahaların bir sembolü oldu benim için. Bu sarı vosvos canımın sıkkın olduğu zamanlarda bana umut ve güç veren bir imge olmuştu. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıp Nebahat Abla’nın sarı vosvosunu hayal etmek bütün sıkıntılara iyi geliyordu işte.

Onun her gidişinde içimi bir üzüntü kaplardı, hüzünlenirdim. Eğer ben okuldayken gitmemişse eşyalarını arabasına yüklemeye yardım ederdim. O yıllarda arabalar azdı, kadınların kullandığı arabalar daha bir azdı. Ancak zengin ailelerdeki kadınlar araba kullanabilirlerdi. Eh Nebahat Ablalar da zengin sayılırlardı. Annesi Ayla Teyze öğretmenmiş ama ölmüş olan babaları büyük işler yapan zengin bir müteahhitmiş. Kızı hukuk fakültesini kazanınca ona bu sarı vosvosu hediye etmiş. Başka bir arabaları daha varmış ama kullanan olmayınca satmışlar. Nebahat Abla vosvosuna baba yadigarı da derdi. Annesi Ayla Teyze Nebahat Abla’dan çok da memnun görünmüyor, hep söylenip duruyordu. Benimle vakit geçirmesini de pek hoş bulmuyordu. Onlardayken kaç defa “sen hala kısmetlerini tep elin çocuklarıyla uğraş oyalan, aklını başına alsaydın şimdi senin daha büyük oğlun olurdu” gibi sözler mırıldandığını duymuştum. Nebahat Abla da benim duyacağımı ve alınacağımı düşünerek kocaman bir “aman annneeeeeee” diye bağırır, yaşlı kadını sustururdu. Sonraları bu sözleri hatırladığımda Ayla Teyze’nin evlenmediği için Nebahat Abla’ya gücenik olduğunu anlamıştım. Annesi kızının evlenmesini istiyordu ama onun da başka bir sevdiği vardı ve de artık sevmeyecekti.

Annem Nebahat Abla ile Ayla Teyze ile de yolda selamlaşır konuşur ama evlerine gitmezdi. Onlar da bize gelmezlerdi. Sanki aralarında imzalanmış gizli bir sözleşme var gibiydi. Bir gün anneme “sen de bizimle Nebahat Abla’ya gelir misin” diye sorduğumda “oğlum sen git o kız koskoca bir avukat ben ne konuşacağım onunla, davul bile dengi dengine. Ama sen git yardım et o da bir çeşit öğretmen sayılır, birçok faydalı şey öğretiyor sana. Belki de okur onun gibi avukat olursun” demişti.

Nebahat Abla büyük şehre geri dönerken bana sarılıp öper, saçlarımı okşar ve “üzülme tekrar geleceğim ben gelene kadar verdiğim kitaplar okunup bitirilecek Küçük Bey anlaştık mı” derdi. Bana Küçük Bey diye hitap etmesini severdi. Bir gün yine böyle güle oynaya kapıda bekleyen annesine ve bana el sallayarak neşe içinde yola koyuldu ama üç gün sonra geri döndü. Annesi telefonlarına cevap vermeyince gerisin geri dönmüş ve annesinin cansız bedeni ile karşılaşmıştı.

Okul dönüşü Ayla Teyzelerin kapısında sarı vosvosu ve kalabalığı görünce sıra dışı birşeylerin olduğunu anlamıştım. Annem Ayla Teyze’nin vefat ettiğini ve içeriye girmemem gerektiğini söyledi. Başka akrabaları da gelmişti. İlk defa sarı vosvos geldiği için sevinemiyordum.

Oğlunun Almanya’dan gelmesini bekledikten sonra ertesi günü cenaze törenini yaptılar. Babamla camiye gittik. Hep renkli çiçekli elbiseler ile gördüğüm Nebahat Abla siyah bir elbise giymişti ve diğer kadınlar gibi başında beyaz mevlüt tülbenti vardı. Annem de diğer komşularla Nebahat Abla’nın yanındaydı. Babam beni namaza çağırdı ve ilk defa cenaze namazına durdum. Mezarlık dönüşü ilk defa ailemle Nebahat Ablalara gittim. Erkekler ve kadınlar ayrı odalarda oturuyorlardı. Erkekler Nebahat Abla’nın abisine kadınlar da Nebahat Abla’ya başın sağolsun diyorlardı. Yakını ölenlere böyle deniyordu. Ben erkeklerin odasından bir süre sonra yandaki kadınların odasına geçtim. Nebahat Abla sessiz sessiz ağlıyordu. Aslında ona sarılıp ağlama ablacım diyesim vardı ama ben de büyükler gibi “başınız sağolsun Nebahat Abla” dedim sadece. Ama o beni kendine çekip sarılarak “teşekkür ederim Küçük Bey” dedi.

Akşam bizim evde de hüzün vardı. Annemle babamın ilk defa onlar hakkında konuştuklarını duyuyordum. Anladığım kadarıyla Nebahat Abla birisiyle evlenmek istemiş ama ailesi istemediği için evlenememişti. Babası bu konuda kızını çok üzmüştü. Daha birçok şey konuştular ama bunlar aklımda kaldı.

Annesinin ölümünün ardından Nebahat Abla bir hafta kadar evlerinde kaldı fakat ne o beni çağırdı ne de ben gittim. Gitsem de ne olacaktı ki? Artık o şen şakrak günler, balkonda flamenko çalıp söylemeler, yün çilesi açmalar, kağıt hamurundan kap kacak yapmalar bitmişti. Annem Ayla Teyze’nin evinin satılacağını Nebahat Abla’nın da artık buraya gelmeyeceğini söylediğinde ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Boğazımda birşeyler düğümlenmiş ve öylece kala kalmıştım. Onu gitmeden son bir kez görmek zorundaydım.

O sabah cumartesiydi ve okul yoktu. Ben Nebahat Abla’ya gitmek için annemden nasıl izin isteyeceğimi düşünürken kapı çalındı ve Nebahat Abla elinde gitarıyla ilk defa bize geldi. Buyur edildi salona oturtuldu. Babam işe gitmeyi erteledi. Kahve yapıldı. Beni görünce kollarını açıp göz kırptı ve eskiden olduğu gibi gülümsedi. Hemen gidip sarıldım. Adını bilmediğim ve abla kokusu dediğim parfümü hala aklımdadır.

Annemler tekrar üzüntülerini bildirdiler. Hep beraber kader dendi kısmet dendi, Allah’ın takdiri dendi. Bunlardan sonra Nebahat Abla bana döndü:

“Cenercim seni görmeden gitmek istemedim. Bazı şeyleri kabul etmek zor ama artık büyüdün ve bu yıl dokuz yaşına bastın. Evi satacağımız için artık bir daha buralara gelemeyeceğim. Şehirdeki adresimi ve telefonumu babana bıraktım. Şehre geldiğinizde mutlaka uğrayın. Bak bu gitar da artık senin. Ama söz ver ilk görüştüğümüzde bana flamenko bir parça çalacaksın. Bak bir şey daha var bu benim sarı vosvosun ceviz kadar bir modeli. Beni her özlediğinde veya canını sıkan bir şey olduğunda bu arabaya bak, eline al ve birlikte geçirdiğimiz eğlenceli saatleri düşün. Hayatımızda üzücü şeyler olsa da mutlu olmak zorundayız. Anladın mı Küçük Bey?”

Gitarını bana vermesine öyle sevinmiştim ki şaşkınlıktan teşekkür bile edemedim benim yerime annem epey teşekkür etti ama. Ailece kapıya çıkıp el sallayarak uğurladık onu. O sarı vosvosu çalışma masama koydum ve asla kaldırmadım. Kendimi kötü hissedince hep avucumun içine alıp sıktım.

Büyük şehre üniversiteye gidince onu mutlaka arayıp bulacaktım ve güzel bir flamenko parça çalacaktım. Büyüdüm fen lisesini kazandım, parasız yatılı olarak büyük şehirde okumaya başladım. Hafta sonları kasabaya annemlere geliyordum. Bir gün babama Nebahat Abla’yı ziyaret etmemiz gerektiğini söyledim. İkisi birden suskunlaştılar ve birbirlerinin yüzlerine baktılar. Babam derin bir nefes alarak anlatmaya başladı:

“Oğlum biliyorsun ihtilal oldu ve askeri hükümet var. Nebahat Ablan bazı siyasilerin davalarını almış. Nasıl olduysa onu da bazı örgütlerle ilişkilendirip içeri almışlar. Bir yıla yakın yatmış ve çok eziyet çekmiş. Çıktıktan sonra avukatlığını da iptal etmişler. Nerede olduğunu da kimse bilmiyor, yurt dışına kaçtığını söylüyorlar. Belki de Almanya’ya abisinin yanına gitmiştir.”

Odama gittim ve hemen sarı vosvosu elime aldım. Pikaba eski 45 lik bir plak koydum. “artık sevemeyceğim bütün kabahat benim....”

Yıllar geçti Nebahat Abla’yı unutsam da sarı vosvosu yanımdan hiç ayırmadım. Geçen yıl sahibi olduğum firmanın tanıtımı ve iş bağlantıları için birkaç günlüğüne Berlin’e bir fuara gitmiştim. Bir Türk lokantasında masalar arasında bastonuyla aksak bacağına destek olarak dolanan şişman yaşlı kadını görünce gözlerindeki ifadeden Nebahat Abla’dan başka birisi olamayacağını anladım. Bu restoranın sahibi ya da çalışanı gibi duruyordu.

Yanında gidip “Nebahat Abla” dedim. Doğal olarak tanıyamadı ve “çıkaramadım” dedi. “Ben kasabadan Küçük Bey” dedim. Uzun uzun baktı önce, sonra sarıldı bana. Gözlerinde neşe yerine hüzün vardı artık. Yaşadıklarını anlattı kısaca. Suçsuz yere gördüğü eziyetleri. Sol bacağını sakat bırakmalarını, utancından anlatamayacağı şeyler yaşadığını... Bir sürat teknesi ile Meis adasına kaçıp oradan Almanya’ya abisinin yanına gelişini. Burada geçmeyen diplomasını, hayatını garsonlukla kazanmasını ve son zamanlarda bir arkadaşıyla ortak olup bu restoranı açmalarını, bir çırpıda anlattı. “Hatırlıyor musun Abla dedim senin renkli ansiklopedilerindeki haritalara bakınca burnumuzun dibindeki Meis adasına sahip olamayışımıza hayıflanırdık ikimiz birlikte.” İlk defa güldü ve yine Nebahat Abla oldu. “Boşuna her işte bir hayır var dememişler” dedi. Gitarını bir daha eline almamıştı herhalde. ben de utancımdan soramadım. Ayrılırken kocaman sarıldım. Abla kokusu hala aynısıydı. Restoranın dışında bana el sallayışına baktım. “Ne güzel komşumuzdun sen Nebahat Abla” dedim.

 

 

 

 

 ÖYKÜLERİM

 

 

 

 

PARASIYLA DEĞİL Mİ ?

Mahmut Arslan

Orta yaşlarını arkada bırakmak üzere olan çift yine sonu gelmek bilmez bir tatışma içindeydi. Adam karısından ayrılmak istiyor kadınsa bunu pek ciddiye almıyor gibiydi.

“Çocuklar da evlenip barklanıp gittiler işte. Sen de bana istediğini yapabileceğini düşünüyorsun değil mi? Senin yaptığın resmen kocaya şiddet sayılır.”

“Yine saçma sapan konuşmaya başladın Haluk. Eeeee ne yapalım yani boşanıp yollarımızı ayıralım mı diyorsun bu saçma sapan taleplerinle. Yahu aramızda kavga yok, husumet yok hatta senin zannettiğin gibi gerçek bir geçimsizlik bile yok, sadece senin anlamsız huysuzluk ve kaprislerin var. Yani ben de sana çok meraklı değilim ama çocuklara ne deriz? Onlara nasıl örnek oluruz? Biz bu olgun yaşta birbirimize katlanamazsak onların bu deli dolu yaşlarında birbirlerini hoşgörmelerini nasıl bekleyebiliriz ki?

Sen her şeyime karışıyorsun. Sigaramdan çayıma üzerime giydiğim gömleğin renginden televizyonda izlediğim filme, hatta radyoda dinlediğim müziğe kadar herşeye müdahale ediyorsun. Yooo bu kadarına da katlanmak zorunda değilim. Tamam resmen boşanmasak da ben en iyisi mi yazlığa gidip yaz kış orada yaşayayım, sen de yazları çocuklarla gelirsin kimse bir şey anlamaz.”

“Aferin çözümü de buldum yani diyorsun. Yoksa senin kafanda başka hınzırlıklar mı var? Bazen acaba yapacağın zamparalıklara kılıf mı arıyorsun diye sormuyor değlim kendi kendime.”

“Bak yine hep suçlama hep suçlama, yahu zamaparalık yapmak isteyen adam yazlığa mı gider? Bütün yılı orada geçiren sağımızda Necati Bey, solumuzda Hayriye Hanım uçan sineği rapor ederler sana.”

“Ben anlamam, unutma kırkından sonra azanı teneşir paklar anca.”

“İşte bu tür sözler duymamak için kafamı dinlemek istiyorum artık.”

“Kafasını dinleyecekmiş, yahu sen iki yumurta kıramazsın, oradaki ocağın ve fırının nasıl çalıştığını bile bilmiyorsun.”

“Olsun, param var. Bastırırm paramı dışarıda yemek yerim, bütün lokantalar benim sayılır.”

“Zıkkımın dibini ye. O yazlıkta pislik içinde geberirsin sen. Aylarca çarşafını değiştirimezsin. Elektrik süpürgesini tutmayı bile beceremezsin, nerede kaldı  yer silmek, toz almak.”

“O da mı sorun bastırırım parayı temizlikçi çağırırım, o da olmadı temizlik şirketi gelir her tarafı temizler paklar, parasıyla değil mi?”

“Burada sabahtan akşama kadar benimle uğraşıyorsun, tek başına kiminle kavga edeceksin, anlaştığın komşular da yok o yazlıkta, bir Allah’ın kulu uğramaz kapına?”

“Sen yoksan kavga yok huzur var. Parasıyla değil mi, turlara katılırım, doğada yürüyüş kulüplerine üye olurum, çevre koruma derneğine takılırım, her hafta sonu yeni arkadaşlarımla yazlığın bahççesinde mangal partisi yaparım. Parayı bastırdım mı birisi mangalı da yakar sonrasında evi de temizler yani senin anlayacağın sana muhtaç olmam.”

“Büyük lokma ye büyük konuşma demişler. Dur bakalım göreceğiz. Haydi hepsini anladık da karanlık korkun var senin. Gitmediğin psikolog kalmadı. Orada zırt pırt elektrik kesilir, mum ışığında aklın çıkar senin ve de çok iyi olur.”

“O da mı dert? Parasıyla değil mi, alırım bir jenaratör elektrik kesilirse devreye sokup keyfime bakarım.”

“Ayyy tamam ne halin varsa gör. Seni düşünende kabahat. Yarından tezi yok topla pılın ıpırtını defol git yazlığına.”

Ertesi günü adam büyük bir keyifle arabasına atlayıp yazlığın yolunu tutar. Yolda haberleri dinlerken tarihler 11 Mart 2020’yi göstermektedir. Türkiye Covid-19’dan ilk kayıplarını vermiştir. Adam bu haberleri de pek önemsemez. İçinden şöyle düşünür: “Amaaan parasıyla değil mi, hastalık kaparsam bastırır parayı özel hastaneye giderim.”

2 AY SONRA

“Alooooo Gönül banyo küvetini tuz ruhu ile mi temizleyeceğim, dur yahu ne olur kapama eve yemek getirmiyorlar. Pilavı sıcak suyla mı yapıyoruz soğuk suyla mı? Aloooooo, Gönüüüüll.?”

Ekim- 2021

 

 ÖYKÜLERİM

 

 

 

 

 

BAŞKANIN KÖY YUMURTASI

Mahmut Arslan

Adam kendi arabasıyla gittiği şehirler arası bir yolculuktan sonra İstanbul’a geri dönerken yol yapım çalışması nedeniyle otoyoldan çıkmak zorunda kalmış ve de trafiği az olan tenha köy yollarına dalmıştı. Niyeti biraz kır havası alarak 40-50 km sonra yeniden otoyola tekrar girmekti. Bir ara köyün birinin girişinde “köy yumurtası satılır” levhası  ilişti gözüne ve 5 yaşındaki kızı için şöyle bir koli köy yumurtası almayı düşündü. Buna karım da çok sevinecek dedi içinden. Levhanın gösterdiği yöne kırdı direksiyonu. Birkaç köy evini geride bıraktıktan sonra ikinci bir “köy yumurtası satış yeri” levhasıyla karşılaştı ve bu kez sağa döndü. Ancak asfalt yol sona ermiş ve üstünkörü çakıl atılmış bir stabilize yolda toz toprak içinde ilerlemeye başlamıştı. Yolun iki tarafında uzun kavaklar vardı ama ne çiftlik ne de yumurta satan bir yer görünmüyordu. En iyisi geri dönmek çünkü ortada yumurta falan yok dedi kendi kendine. Belki de yumurta satan yer çoktan kapanmıştır ve levhaları sökmeyi de unutmuşlardır diye düşündü. Ama bir yandan da neredeyse 10 km yol geldim sonuna kadar gideceğim diyordu ve de gitmeye devam etdi. Nihayet 5-6 km sonra kavak ağaçları bitmiş ve ileride birkaç ev ve çatılar görünmeye başlamıştı. Biraz daha yaklaşınca buranın büyük bir çiftlik ya da tesis olduğunu fark etdi fakat kapısında hiç bir şey yazmıyordu. Kırık bir tahtanın üzerinde el yazısı ile “köy yumurtası satılır” yazısı tesisin kapısında asılıydı ve tesisin kocaman sürgülü demir kapısının önünde bir güvenlik kulubesi vardı, içinde de lacivert üniformalı ve baştan ayağa silahlı iki güvenlik görevlisi. Bizimkinin arabasının kapının önünde durduğunu gören güvenlik görevlililerinden biri hemen kulübeden çıkıp adamın arabasına doğru yürümeye başladı. Kara güneş gözlüklü güvenlik elemanın üzerine geldiğini gören adamcağız arabasından çıkmaya çekinerek camını açtı. Güvenlik görevlisi oldukça nazik bir sesle,

“Hoşgeldiniz efendim herhalde köy yumurtası için gelmiştiniz değil mi?” deyince de şaşırmıştı.

“Evet ama nereden biliyorsunuz?” Gülmüştü güvenlik görevlisi ve

“Efendim güvenlik kameralarımızdan 30 dakika önce levhalara bakarak tesisimize geldiğinizi gördük. Lütfen arabanızı ileriye park edin ve benimle gelin hem yumurtanızı alın hem de buraya kadar zahmet etmişken bir çayımızı için” demişti.

Bizim adam hem şaşırmış hem de sevinmişti. Ne kibar insanlar var bu memlekette hala demişti kendi kendine. Ama bir yandan da bu koca tesisisin hiç bir adının olmaması ve yolunu izini kaybetmiş birkaç kişiye köy yumurtası satmasını, bunun için güvenlik kameraları ile insanların 10 km öteden takibe alınmasını da çok garip bulmuştu. Arabasını gösterilen yere park ettikten sonra güvenlik görevlisi ile birlikte yürümeye başlamışlardı. Ana kapıdan girişte güvenlik kuralları gereği cep telefonunu ve varsa çakmak ya da metal eşyalarını bırakması söylendiğinde “ama ben sadece bir koli yumurta alacaktım” dese de görevlilerin “tesise giriş kurallarımız malesef böyle beyefendi ama acil bir telefon ihtiyacınız olursa misafirlerimize özel cep telefonları hizmetinizde olacaktır cevabıyla karşılaşmıştı. Bir de “kimliğinizi alalım lütfen” denmesi üzerine çaresiz denilene boyun eğmiş ve kendisine verilen misafir kartını söylendiği şekilde yakasına takmıştı. Kendisini kapıda karşılayan güvenlik görevlisi yine çok kibar bir ses tonuyla “efendim tesisimizdeki kısa misafirliğiniz süresince ben size rehberlik yapacağım şimdi müsadenizle yumurta satış bölgesine intikal edelim”demiş ve birlikte güvenlik kulübesinden çıkmışlardı.

Tesisin içi bir askeri birliği andırıyordu her şey çok temiz ve intizamlıydı. Yeni kesilmiş çimler, çiçekler ve bakımlı ağaçlar arasındaki simsiyah asfalt bir yolun pembe kaldırımlarında ilerlemeye başladılar. İleride en az üç insan boyunda bir yumurta heykeli vardı. Herhalde yumurta tesisisinde Rodin in düşünen adam heykeli olacak değildi ya. Tam heykelin önüne gelindiğinde birkaç adım önde giden güvenlik görevlisi aniden durdu ve “şimdi beni izle” diyerek heykele doğru yürüdü. Adam güvenlik görevlisinin sesinin artık hiç de kibar olmadığını ve siz hitabını bırakıp emir vererek konuştuğunu fark edip ürperdi. Sessizce yumurta heykelinin önünde durdular. Güvenlikçi cebinden çıkardığı cep telefonu ile heykelin önünde ikisinin selfisini çekti ve gayet ciddi bir şekilde de gerekçesini açıkladı. “Misafir arşivimiz içindi” dedi ve başkaca da bir şey söylemedi. Adam biraz da güvenlikçiyi tartmak için mahsustan bir laf attı. “Buraya çok misafir gelir mi?” Güvenlikçi biraz bekledikten sonra “Senin gibi yolunu şaşıranlar olur bu dünyada” dedi ve başkaca da bir şey demedi. Adam iyice işkillenmişti. Allahım ne işe bulaştım ben böyle bir koli yumurta için diye kendi kendine söylenmeye başladı.

Bir süre sessizce yürüdüler ağaçlı yolda, sonra ileride ahşap bir kulübe belirdi onun arkasında da tavuk çiftliği olduğunu tahmin ettiği cok büyük sıra sıra tek katlı beton binalar vardı. Adam yorulmuştu ve susamıştı. Kulübenin önüne geldiklerinde durdular. Dışarıda bir asmanın gölgeliğinde ahşap masa ve kanelepeler konmuştu. Güvenlik görevlisi kamelyayı gösterdi ve oturmasını işaret etti. Konuşmuyordu. Acaba su istese nasıl olurdu diye düşünürken güvenlik görevlisi “ayran mı çay mı” dedi. Bizimki de “şey soğuk suyunuz var mı acaba” deyince güvenlik görevlisi yaz günü giymiş olduğu kalın asker botlarını rap rap yere vurarak yanına yaklaştı ve tehdit edici bir ses tonuyla “burası lokanta değil ben de garson değilim bir daha soruyorum ayran mı çay mı” dedi. Bizimki iyive sinmiş bir şekilde “haklısınız tabi kusura bakmayın bu sıcakta ayran en iyisi”dedi ama güvenlik görevlisi sinir bozucu bir gülümsemeyle “ayran kalmamış  ben en iyisi çay getireyim” dedi ve içeri girdi. Hay Allahım ya adam manyak mıdır nedir madem ayranınız yok ne demeye soruyorsun o zaman diyordu kendi kendine. Beş dakika sonra güvenlik görevlisi iki tane plastik bardakla geldi ve birini adama uzattı. Ufacık bardağın yarısında soğumuş bayat çay vardı. Adamımız çok susamış olduğu için bir yudumda içip bitirdi soğumuş çayı. Güvenlik görevlisi tutukluyu bekleyen polis memuru edasıyla ellerini kavuşturmuş tepesinde dikiliyordu. Bizimki dayanamadı ve sordu. “ Şey yumurta reyonu ne tarafta acaba ben bir koli alıp gitsem biraz acelem var da. Akşama Istanbul”da olmam lazım.” Güvenlikçi mekanik bir ses tonuyla “tamam merak etme Başkan Bey birazdan gelir yumurtalarını alır gidersin” dedi. Adam hayretler içinde kalmıştı ne başkanıydı bu. Altı üstü bir koli köy yumurtası satacak olan adam neyin başkanı olabilirdi ki?” İçinden ya sabır çekip beklemeye başladı bu adamların sağı solu belli değildi. Belki de farkında olmadan devletin ya da mafyanın gizli bir tesisine girmişti ve bir daha da buradan çıkamayacaktı. Telefonuna da bu yüzden el konmuş olmalıydı. Başkan birazdan gelip vur emrini verecek bu dallama da şu ağacın altında infaz edecekti.

Belki bir faydası olur diye güvenlik görevlisine “Şeyy aslında yumurta o kadar da önemli değil koskaca başkan zahmet etmesin ben bizim bakkaldan da alırım yumurtayı sanırım büyük bir hata yaparak sizleri zahmete soktum haydi ben döneyim” diyerek kalkmaya teşebbüs etti ama güvenlik elemanı omzuna bastırarak sertçe “otuurrrr, yumurtaların geliyor” dedi. Çaresiz oturdu ve önüne baktı. Bu tesise girdiği ana lanet okuyordu. Allahın belası herif tatlı dilli davranıp nasıl da kandırıp içeri atmıştı. Bir müddet daha bekledikten sonra yolun ucundan bir motorlu araç sesi duydu. Herhalde Başkan geliyordu ve siyah bir cipin içinden siyah takım elbiseli bir adam inecekti. Fakat yaklaşan araç siyah bir cip değil bir zamanlar hippilerin sembolü olan rengarenk boyanmış 1970 model sevimli bir volswagen minibüstü. Kulübenin önünde durduğunda içinde sadece bir kişi olduğunu fark etti. Güvenlik görevlisi ani bir hareketle aracın kapısında durdu ve kapıyı acarken de asker selamı ile esas duruşa geçti. Acaba Başkan dedikleri Hawai gömlek giymiş bir hippi olabilir miydi? Başkan ağır adımlarla araçtan indi ve başıyla görevliyi selamladı. Elinde bir koli yumurta vardı. Ayaklarında güvenlik görevlisinin giydiğine benzer siyah bir asker postalı mavi kot pantolon ve bu yaz sıcağında uzun kollu ve kolları sıvanmış kareli bir oduncu gömlek vardı. Oldukça iri yarı, pos bıyıklı ve uzun saçlıydı. Bizim adamın yanına gelince adamımız da ayağa kalkmıştı. “İşte yumurtalarınızı getirdim” diye gülümsüyordu Başkan. Adamımız mahçup bir halde” Aman efendim zahmet buyurmasaydınız ne gerek vardı ben şöyle geçiyordum da yani almasam da olurdu” falan gibi bir şeyler gevelemişti. Başkan diğer eliyle kendisini takip etmesini işaret ederek kulübeye girmişti tabi bizimki de arkadan. Başkan yumurta kolisini deri kaplama koltukların olduğu ahşap kokulu kulübenin serin salonundaki muhteşem çalışma masasının üzerinde koymuştu. Zaten masada başkaca da bir şey yoktu. Başkan kocaman makam koltuğuna yerleşmiş ve güvenlik görevlisine “oğlum misafirimize tesisimizin özel ayranında bir kaç tane kap da gel ama soğuk olsun bak karışmam sonra” demiş ve güvenlikçi “başüstüne Sayın Başkanım” diye hemen koşmuş ve elinde kocaman soğuk ayran paketleriyle dönmüştü ama plastik bardakların üzerinde hiçbir firma bilgisi ya da yazısı yoktu. Susuzluktan ölmüş olan bizimki bardaklardan birini açıp hemen dikivermişti kafasına. Suzuzluğu geçince etrafına biraz daha dikkatle bakmaya başlamıştı. Başkan Bey deri koltuguna gömülmüş sallanıyor kendisini süzüyor bir yandan da cam bir bardakta pipetle ayran içiyordu. Garip olan Başkanın makam koltuğunun üzerinde George Washington”un büyük boy bir yağlı boya portresinin asılı olmasıydı. Bakışları yağlı boya tabloya takılmıştı bizim adamın. Hani Atatürk resmi falan olsa anlaşılabilir ama makam odasında Washington portresi ne alaka? Hem etrafta hiçbir Türk bayrağı falan da olmayınca bizim adam içinden teşhisi koymuştu. Tamam demişti burası CIA nin Türkiye deki gizli üslerinden biri ve bunlar da Türkçeyi çok iyi konuşan Amerikalı coniler ve birazdan beni sorgulayıp haklayacaklar ya da bir uçakla Guantanamo üssüne sevk edecekler, hayatım orada son bulacak.

Adamımız bunları düşünürken Başkan konuşmaya başlamıştı.

“George un resmi garibine gitti değil mi? Her gelen şaşırır zati. O da bizim biraderlerden biriydi rahmetli yani anladın mı bizimkilerin piri sayılır.” Tamam işte diye düşündü adamımız bu bizim biraderler demesi Masonlara işaret ediyor. Burası Mason Amerikali CIA ajanlarının karargahı olmalı. Adamımız korkmuş bir şekilde endişeyle sordu, “Bizimkiler derken?”

Başkan kahkahayı patlattı “Yahu organik tavuk yetiştiricileri demek istedim, George un da Virginia’da çifliği vardı orada tavuk da yetiştirirdi. Yani abimiz sayılır kendisi, hatırasını sayar severiz.”

“Haa tabi ya nasıl da düşünemedim”

“Köy yumurtası istemişsin, bak getirdim işte burada yumurtaların”

“Sayın Başkanım çok zahmet ettiniz parası ne kadarsa takdim edeyim müsaade ederseniz”

“Höööstttt para mara istemez”

“Ama efendim olur mu?”

“Sen bana karşı mı geliyorsun?”

“Hayır efendim haddime mi düşmüş”

“Ha şöyle”

“Şimdi demek sen köy yumurtası istiyorsun öyle mi?”

“Şey evet efendim yani küçük bir kızım var da hani onun içindi”

“Hööööst ulen dümbelek sussss

Adamımız konuştuguna bin pişman olmuştu. Sustu ve Başkan konuşmaya başladı

“Demek köy yumurtası ha ulen dümbelek hiç şehir yumurtası gördün mü sen? Taksim yumurtası Kadıköy yumurtası var mı ha? Bütün yumurtalar köy yumurtasıdır zaten. Siz şehirliler hem köyleri mahvedin hem de utanmadan yolunuz bir köye düşünce köy yumurtası dilenin. O kirli paranızla her yumurtayı alacağınızı sanıyorsunuz değil mi? Offf ben de sizlerden biriydim, pis bir makine mühendisiydim Alman’ın otomobil fabrikasında ama Almanya’da Yeşiller partisinde çalışıp hakikati keşfettim ve hem ülkeme hem de doğaya geri döndüm. ”

“Sen bi söyle bakayım tavuklar ne yer?”

“Şey heralde saman falan yiyorlardır. “

“Ne iş yaparsın sen?”

“Elektronik Mühendisiyim efendim.”

“Haaaa tamam şimdi. Ulaaaannn dümbelek tavuk saman yer mi hiç inek mi o, tavuklar tavuk yemi yer yem yem!”

“Yem sayın Başkanım kusura bakmayın heyecandan işte”

“Tamam bi daha olmasın, şimdi sence sen bu bir koli köy yumurtasını hak ediyor musun?”

“Efendim yani sayın Başkanım aslında hiç hak etmediğimi fark ettim o yüzden müsadenizi isteyip ben gideyim”

“Otur lan otur gidersin heralde burada yatacak halin yok

“Nasıl münasip görürseniz”

“Şimdi bak burası kocaman bir tavuk çiftliği anladın mı? Burada binlerce yüz binlerce tavuk var. Organik diyoruz ama yalan. Organik morganik hikaye. Her gün kamyonlarla şehirlere yumurta sevkiyatı yaparız buradan. Bi köy yumurtasıdır öğrenmişsiniz. Aha burası da köy, bunlar da köy tavuğu dolayısıyla yumurtaları da köy yumurtası. Önemli olan tavuğun iyi beslenmesi, gezinmesi eşinmesi, peki biz bunu yapabiliyor muyuz yoook bunu yapmak mümkün değil. Eğer ben bu tavukları çayıra yayacak olsam bu tesisin on katı alan lazım bana. O zaman ne olur, yurmurtanın tanesini on kat fazlaya yersiniz. Bana bak mühendis efendi koca bir şirkette çalışıyorsun, aldığın iyi para ile şehirdeki o kocaman kulelerden birinde oturuyorsun, tavuğu ve yumurtayı da ancak süpermatketlerdeki cicili bicili paketlerde görüyorsun değil mi? Ondan sonra çocuğuna köy yumurtası arıyorsun. Bak şu masada gördüğün yumurtalar var ya onların senin marketteki yumurtadan bir farkı yok. Doğal değil yani. Ama sen doğal yumurta bulamıyorsun niye biliyor musun?”

Başkan bu soruları sorduktan sonra ayağa kalkıp bizim adamın yanına gelip yakasından tuttu ve bağırmaya başladı. “Ulan çünkü her gün tavuk zıkkımlanmak istiyorsunuz, her sabah yumurta yemek istiyorsunuz ve bunu o kirli paralarınızla alabileceğinizi zannediyorsunuz. Markete gidip aldığınızı zannediyorsunuz ama o aldığınız yediğiniz gerçek tavuk da gerçek yumurta da değil ulan dümbelek. Ben küçükken anam bana asla köy yumurtası yedirmedi. Bir kere bile aramadı köy yumurtasını. Biz Eskişehir de otururduk ve orta okulu bitirene kadar rahmetli anam bana köy değil şehir yumurtası yedirdi şehir. Bak efendi o yıllarda Eskişehirdeki evlerin hemen hepsi bahçeli iki üç katlı evlerdi ve ev sahibi olsun kiracı olsun herkesin ufak bir kümesi ve bahçede küçük de olsa bir sebzeliği olurdu, her evin bahcesinde elma ayva armut ağaçları vardı. Şehir meyvesi şehir yumurtası şehir tavuğu yerdik. Ama sizin gibi mühendisler şimdi tavuğu horozdan ayırt edemiyor. Bak bu tesise geleseniz diye köy yumurtası kandırmacasıyla sizin gibileri buraya atıp dersini veriyoruz sen de bugün alacaksın dersini.”

“Köy yumurtası istiyordun bulacaksın ve de alacaksın köy yumurtasını ama daha önce köye ve şehirlere yaptıklarınızın hesabını vereceksin ve bedel ödeyeceksin bedeeeeell tamam mı”

“Tabi efendim kızmayın öderim ama üzerimde fazlaca nakit yok acaba kredi kartı geçer mi”

“Suuuusssss dümbelek, senin ne paran ne de kartın geçmez burada sen bedeli başka bir şekilde ödeyeceksin yani sana ödeteceğiz”

“Nasıl yani ne şekilde?”

“Canını sıkacağız biraz”

“Alın bu dümbeleği götürün kümese”

İki güvenlik görevlisi adamımızı alıp ellerini kelepçeleyerek hippi minibüsünün arka koltuğuna oturtmuşlardı. Başkan ön koltuğa oturmuş minibüsü sürmeye başlamıştı. Adamın başına etrafı görmesin diye bir de çuval geçirmişlerdi. Neyse bir süre sonra araba durdu, bunun koluna girip indirdiler. Dışarıda başındaki çuvalı açtılar. Başkan koca bıyıklarıyla gülüyordu. Küçük bir tavuk kümesinin önündeydiler. Başkan dedi ki “bak burası gerçek bir kümes ve gezen eşinen tavuklar var içeride. Şimdi kapıyı açacağız bu sepeti alıp yumurtaları toplayacaksın”

Ama adam tavuklardan korktuğunu ve asla içeriye giremeyeceğini söylüyordı. Başkan iyice kızdı “lan hanım evladı mısın sen düdük, içeride horoz yok ki seni gagalasın tavuğun neyinden korkuyorsun Sokun lan bunu içeri” deyince güvenlikçiler adamı tuttukları gibi kümese tıktılar, zavallıda tavuk korkusu olduğu için bir tek yumurta alamadan düşüp bayılmıştı. Tavuklar üzerinde kanat çırpıp her yerine pislemişlerdi. Birkaç dakika sonra adamı kümesten çıkardılar.

Başkan güldü, “kafasına tükürdüğümün şehirlisi şimdi kızın için gerçek doğal yumurtalardan bir kaç koli arabanda bulacaksın. Bizim hediyemiz. Ben bütün servetimi yumurtaya yatırdım ama gerçek kazancım senin gibi düşünmeden tüketenleri biraz düşünceye sevk etmek. Yanlış anlama bak aslında seni sevdim sayılır. Haydi ayıl şimdi. Sepet sepet yumurta sakın beni unutma” ve üzerine soğuk su döküp ayıltdılar.  

Adam kan ter içinde uyandı. Küçük kız Pazar sabahı uyanmayan babasının kafasına su tabancasıyla su sıkıyor, karısı da salondan sesleniyordu.

“Haluuuuk kalk artık ama geç oldu, bak dün getirdiğin köy yumurtalarından omlet yaptım.”

Adam sersem bir şekilde mutfağa girdiğinde şaşkınlıkla tezgahtaki yumurta kolisinin üzerindeki yazıyı gördü “Başkanın Köy Yumurtası”