9 Mart 2022 Çarşamba

 ÖYKÜLERİM

 

 

 

 

ANBER’İN ÖDÜL TÖRENİ

Mahmut Arslan

Salon hınca hınç doluydu. Ülkenin önde gelen edebiyat insanları, gazetelerin sanat ve edebiyat sayfalarının yazarları, kamu ve özel sektörden bir dolu önemli insan ve davetli edebiyatseverler oradaydı. Merakla bekliyorlardı son günlerin en çok konuşulan yazarı Anber’i. Birazdan Avrupa Kadın Edebiyatçılar Birliği Başkanı Ursula Ashword’un elinden yılın edebiyatçısı ödülünü alacak ve bir teşekkür konuşması yapacaktı.

Kitapları birçok dile çevrilmiş ve her biri birkaç baskı yapmış olan bu genç kadının en önemli özelliği tamamen sıradan bir ev kadını ve anne olmasıydı. Üniversite okumamış liseyi de dışarıdan bitirmişti. Gündelik işlere girip çıkmak dışında bir iş tecrübesi de yoktu ama insanları çok iyi anlayıp anlatıyordu. İstanbul’un anlı şanlı yabancı liselerinden mezun olup üzerine de ülkenin en iyi iletişim ya da edebiyat fakültesini bitirenlerden daha güzel işler çıkarıyordu.

Bütün kitaplarında sadece Anber adını kullanıyordu. Gerçek adını yayıncısı dışında kimse bilmiyordu. Anber gerçek adı mıydı yoksa takma bir isim miydi onu da kimsenin bildiği yoktu. Anber, ödülünü Bayan Ursula Ashword’un elinden aldıktan sonra sempatik ve zekice parlayan gözleriyle kameralara ve salondakilere gülümseyip konuşma yapacağı kürsüye yürüdü emin adımlarla.

“Merhaba, ben Anber.

Herkes beni böyle tanıyor ben de böyle bilinmek istiyorum.

Öncelikle beni bu ödüle layık gördükleri için Avrupa Kadın Edebiyatçılar Birliğine ve Başkan Sayın Ursula Ashword’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Bana hep neden yazıyorsun ve nasıl yazıyorsun diye soruyorlar.

Yazıyorum çünkü anlatmayı seviyorum, hem kendimi hem de başkalarını.

Ben küçükken anneannem bana masallar anlatırdı. Ben de dinlediklerimi köydeki başka çocuklara anlatırdım. Sonra anneannem öldü ama ben ondan dudyduğum masalların üstüne başka şeyler de katıp uydurarak çocuklara masal anlatmaya devam ettim. Kimi ne konuşkan kimi de ne geveze kız derdi bana.

Önceleri sadecce beni üzen olayları yazmakla başladı her şey. Kendimi bildim bileli üzgündüm ben ve beni üzen gemilerde aşçılık yapan babamın aylarca bazen bir yıla yakın denizlerde gezip bizden uzak olmasıydı. Üzüntü günlüklerim böyle oluştu.

Üç kızından babasına en düşkün olan bendim. Kızlarıyla gurur duyardı babam. Senede bir kaç ay görüştüğümüz zamanlar en mutlu günlerimiz olurdu. Bizimle çarşıya çıkar bizi zaten tanıyan esnafa ve çevreye “bunlar benim kızlarım” diye gururla tanıştırırdı beni, ablamı ve küçük kızkardeşimi. Babam bizimleyken birşey yazmazdım, yazamazdım. Bana sarılır ve bir gün bu hasret beni delirtecek derdi.

Bir kaç yıl sonra hasret gerçekten bitmiş ve babam denizcilikten emekli olmuş ve bir daha gitmemek üzere evine dönmüştü. Kasabada bir lokantaya ortak olmuş iyi de para kazanıyordu. Fakat eve dönmüş olmasına rağmen neşeli değildi. Hiç konuşmuyor hep susuyordu. Annem ise babanızın üzerine varmayın yılların yorgunluğu var diyordu. Ben hiç bir şey yazmıyordum.

Bir gece babam eve yağmur yağmadığı halde sırılsıklam dönmüştü. Denize düştüm demiş anneme. Titriyordu annem kurulayp yatağa yatırdı. Meğer denize atlayarak intihar etmek istemiş ama yakındaki balıkçı tekneleri kurtarmış. Saflığından yararlanan arkadaşları birikmiş parasını ve bizim istikbalimiz için almış olduğu arsaları şirket kuracağız vaadiyle bir imza ile elinden almışlardı ve babam tam ailesine kavuşmuşken canına kıymak istemişti.

O günden sonra hiç iyi olmadı. Ben “üzüntü günlüklerime bir daha başlamayacağım işte” diye direniyor ve hâlâ bir şey yazmıyordum. Annem babamı Bakırköy’deki akıl hastanesine yatırmak zorunda kalmıştı. Ağır şizofreni teşhisi konmuştu. Hastane görüşüne giderken manavdan yaptığım alışveriş sırasında “sen kimin kızısın” diye soran manava “aşçı Kemal’in kızıyım” dediğimde adam sırıtarak “haa şu deli Kemal’in kızısın sen” demişti. Ağlayarak eve gitmiş ve üzüntü günlüğümü açıp sayfalarca yazmış altına Aşçı Kemal’in Kızı Anber diye imza atmıştım. Üzüntü günlüklerim babamın yediği elekro şokların sonrasında hastanede beni tanımadan yüzüme bakmasıyla daha bir artmaya başlamıştı. Sonra evlendim, kızım oldu, babam hastaneden çıktı ama kısa süre sonra gemilerde perişan olan ciğerleri iflas etti, akçiğer yetmezliğinden boğularak öldü. Bundan sonra üzülmek istemiyorum diye üzüntü günlüklerime ve yazmaya son verip kendimi kızıma verdim.

Sonra o yazar karşıma çıktı ve sadece üzüntülerimi değil sevinç ve ümitlerimi, etrafımdaki insanların hikayelerini de çok güzel yazabileceğimi gösterdi bana. Babamın bir yerlerden beni hep gördüğünü düşünüyordum ve o yukarılardan bana bakıp güzel günlerimizdeki gibi gurur duymaya devam etmeliydi. İşte bu şekilde insanlara ümit veren hikayelerim ve romanlarım doğdu. Bir müddet sonra fark ettim ki yazmadan yapamıyorum. Büyük hikayeci Sait Faik’in “yazmasaydım çıldıracaktım” sözlerini okuduğumda aynı ben dedim. Belki babam da yazsaydı çıldırmazdı diye düşündüm. İşte bu benim hikayem, Aşçı Kemal’in kızının hikayesi. Avrupa’nın en iyi kadın yazarı seçildiğim bugün bu kürsüden şunu ifade etmek istiyorum,

Aşçı Kemal Usta, kızın da seninle gurur duyuyor.”

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder